Vicdanın sesi ya da körebe oyunu

0
435

Türkiye 2015 yılında önemli bir genel seçimi yaşadı ve nasip olursa ikincisini de Kasım ayında yaşayacak. Zaman ne kadar çabuk akıp geçiyor değil mi? Türkiye Çerkesleri henüz birinci Genel Seçimin muhasebesini yapamadan ikinci Genel seçimle bir kez daha tanışmış olacak. Biz biraz önceki süreci biraz da sonraki süreci konuşalım isterseniz. Elimizde de hem çuvaldız, hem de iğne olsun bu defa. İşin sosyolojik arka planını unutmadan…
Haziran 2015 seçimlerinde insanlar çeşitli argümanlarla AK PARTİ, CHP, MHP, HDP veya başka siyasi partilere destek vermiş olabilirler. Bu, seçmenin tercihlerine kalmış bir şeydir. Aslında farklı partiler varsa farklı partililer de olacak demektir. Yani farklı ayrışma biçimleri de. Benim asıl dikkatini çekmek istediğim şey, Çerkesler özelinde insanları ve ya toplulukları birbirleriyle birleştiren ya da birbirlerinden ayrıştıran ne kendi toplumlarının çıkarları ne de gündemi meşgul eden demokratikleşme… Birçoğumuz henüz 70’li yılların ideolojisinden kurtulabilmiş değiliz. Sadece “halkımızın çıkarı” veya “demokrasi istiyoruz”un arkasındaki bize ait olmayan kamuflaj olma çabasını görebilsek bu görüşümün ne kadar doğru olduğunu daha net fark etmiş olacağız. Türkiye Çerkeslerinin bugünkü politik görüntüsünün böyle olduğu kanısındayım. Beklide halk olmak böyle bir şey: Her söylenene inanmak, hayata düz ve hilesiz bakabilmek. Ne var ki şeytanın en çok sevdiği en saf olanlardır.
Öte yandan toplumun önüne düşüp halkı için konuştuğunu söyleyenlerin, rahmetli Cemil Meriç’in “sağ” ve “sol” kavramları için kullandığı” idrakimize giydirilmiş Deli Gömleği”ni çıkaramadıklarını bir fark edebilseler, kendileri hem çok daha özgür kalmış olacaklar ve hem de toplumumuzla çok daha samimi olarak kucaklaşabileceklerdir. En az elli yıllık kurumlarımızın kongreleri elli kişiyi aşamıyorsa başkalarına mehlem olma sevdasından çıkıp, kel başımıza mehlem aramak zorunda olduğumuzun bilincine ermiş olacağız.
Herkes şöyle bir etrafına bakıversin. Her şey ne kadar değişken, her şey ne kadar çabuk eskiyor. Ve değirmen taşı ne kadar acımasız dönüyor. Önüne gelen her şeyi un ufak ediyor. Bizim gibi dört bir yana savrulmuş milletlerin ufalanması ise çok daha kolay olabilmektedir. Çünkü çoğu kez ufak taneler daha çabuk ufalanabilmektedir.
Çok elim durumda olan Çerkes Dünyası miadı dolmuş hiçbir –izm’e tutunarak direnemez. Öyle ki günübirlik bilginin, teknolojinin vs. üretilip, günübirlik eskitildiği bir dünyada, -izm’leri üretenlerin dahi kendi putlarını devirmiş olmalarına rağmen, o –izm’lerin her türlüsüne hiçbir fikri katkısı olmamış “bizim”kilerin hala 1917 alkışını tutarak ayakta kalacaklarını sanıyorlarsa ölüm uykusuna yatmışlar demektir. Bir sarraf hassasiyetiyle kar hanesine ne yazacağını bilemeyen tüccar her gün iflas eden tüccardır.
Bana öyle geliyor ki Çerkeslerin en büyük şansızlığı en az bin yıllık Slav yürüyüşünün önünde İslam dünyasının ser haddini (sınır boyunu) oluşturuyor olmasıdır. Çarların iştahını kabartan bu cennet bölge, Mongol, Hun, Tatar akınları sonucunda yorgun düşmüş olmasına rağmen Memlukîlerin de Kavelalı Mehmet Paşa ihanetiyle devre dışı kalmasıyla da İslam dünyasında adeta kaderine terk edilmiştir.
Çerkes dünyası iki asırdır birlikte yaşadığı toplumlar ile içine düştüğü toplumların kültürlerinden tamamen farklı bir kültüre sahiptir. Çerkesler, 1800’lerde 1900’lü yılların sonuna kadar kendileri adına direniş, 1980’lere kadar entegrasyon (bütünleşme), son yarım asırdır da ciddi bir şekilde asimilasyonu yaşamaktadırlar. Modernizemle Şark kültürü -İslamı kast etmiyorum- arasında sıkışıp kalan Çerkeslerin bu gün gösterdikleri performans, çizdikleri yol ve geliştirdikleri söylem(!) hiç de iç açıcı değildir.
Şarkın “reaya-sürü” olma hevesi her zaman iktidar sahiplerinin işine gelmiştir. Oysa çerkes kültüründe “Wunaşue: Karar alma” geleneği vardır. Her devirde Şark Kültüründe en küçük gruplara hükmeden kişilerden, devletlerin en üst noktalarına gelmiş kişilere kadar, iktidar sahipleri halkın “reaya – sürü olma” durumdan son derece memnun kalmışlardır.
Ne var ki artık “Fetih” adına gayr-ı Müslimlerden bir şey devşirilemez olması, kimilerimizde “Osmanlı” nostaljisini depreştirmektedir. Unutmamak gerekir ki artık binlerce atla getireceğiniz ne Mısır hazineleri, ne de devşirilecek Kutsal Emanetleri mevcuttur. Buna rağmen mütedeyyin olma iddiasındaki kesimde gelişen “Tarih”çi söylemler de bir kısmımızı başka iklimlere çekmekte ve bizi oralarda başkalaştırmaktadır. Bu gün Çerkeslerin Kafkaslarda ya da başka yerlerde Osmanlıcılık oynamaya ihtiyacı olmadığı gibi Marksı diriltmeye de ihtiyaçları yoktur. Sorunumuzun temeli budur işte: Başkalaşmak.
Şark bu gün dünyanın en zengin bölgelerinde oturduğu halde en fakir şekilde yaşamaktadır. Geçmişte ve hatta günümüzde birbirlerinin canına kıyan bu reaya güruhu sonunda düşmanı(!) diye bildiği Gayr-ı Müslüm’in merhametine sığınır hale gelmiştir. Hadisenin temelinde yatan reaya kültürünün zedeleniyor olmasıdır. Suriye özelinde görülen hadise de budur. Yani itaatin devam edebilmesi için konuşanı susturma zihniyeti. Bu öyle bir arızadır ki muhalefet olmakla, iktidar olmakla ya da güçle ilgili bir hadise değildir. Bu tamamen zihinsel yapıyla ilgilidir. Halk denen yığın günü birlik yediği sopaların sayısıyla uğraşırken saltanat sahipleri de sopanın yurduyla ilgili halka hikâyeler anlatmaktadırlar.
İslam tarihinde Çerkes Memlukileri ve Avrupa Endülüs’ünü ayrı tutarsak, Saltanatların İslam’a bedel ödettikleri dönemlerde “Yükseliş” denen şeyin başkasının mülküne el koyma hadisesinden farklı olmadığı görülecektir.
Söylemeye çalıştığımız şudur: Özgürlükçü, adaletçi, savunmacı ve savaşçı olan Çerkesler, en hafif deyimiyle en az bin yıldır yayılmacı politikalar izleyen Araplar, Ruslar ve Türkler arasında kaybolup gitmektedir. Mehter marşı söylemekle enternasyonal marşı söylemek arasındaki fark kimin hanesine yazıldığından öte bir şey değildir.
Türkiye mutlaka değişmeli, demokratikleşmeli, özgürleşmeli, adil bir hukuk devletine geçilmeli ve bütün bunları da anayasal teminat altına almalıdır. Kazanımların kolay ve çabuk elde edildiğini sanmamalıyız. Hakareti değil düşünceyi beslemeliyiz. Bazılarımız “hangi kazanımlar?” diye bilir. Mesela Kimilerince “Diktatörya” denen bu kısa dönemde de ilk kez millet/ler varlığını hatırladı. Devrimler kapsamında kullanılan soyad ve yerleşim birimleri ile ilgili kanun değişti ve insanlar orijinal isimlere dönme fırsatı yakaladı. İlk kez herkes adını istediği tarzda yazabilme ve konuşabilme fırsatı yakaladı. Ülke insanı ilk kez onlarca ülkeye vizesiz gitme fırsatı yakaladı. Çerkesler ya da başkaları 140 sene sonra ilk kez anayurtlarına vizesiz girebildi. Sivil kuruluşlar İlk kez bu dönemde uluslararası sivil toplum kuruluşlarına üye olabildi. İlk kez darbeciler yargılandı ve darbeyi yasaklayan kanunlar çıkarıldı ve ilk kez darbe anayasası değişiklikleri yapılabildi. Hayati öneme sahip nefret yasası çıkarıldı. İlk kez okullar çift tedrisattan kurtulma noktasına geldi vs.
Bütün bunlar olurken sevgili muhalefet yürüyen tekerleğe takoz atmanın dışında bir hadise yaratmadı. Cumhuriyeti kendilerinin kurduğunu hatırlatanların, “cumhuriyet”i ne hale getirdikleri, 27 yıllık muhalefetsiz istibdatlarını, açık oylama kapalı sayım usulü ilk yaptıkları seçim modelini ve ucundan kıyısından kısa süreli iktidar ortağı olduğu dönemlerin tamamında ülkeyi nasıl batırdıkları görmeliler.
Geçen dönemde MHP koalisyonda olsa iktidar olma şansını kaçırdı. Tek başına iktidarı ise hiçbir zaman yakalayabilecek gibi görünmüyor.
HDP çizgisi ise daha farklı. Antidemokratik dönemde uğradığı haksızlıkları anlamak mümkündür. Ama bu gün konuşma yazma, yürüyüş hakkı, dil, din her türlü yetki varken korsan ve şiddet içerikli tavırları anlaşılabilinir değil. Aksine korku ve şüpheyi içinde barındırıyor. Zira iktidar olması durumunda şiddeti içselleştirmiş olanların huzur toplumu oluşturmaları pek inandırıcı değil.
Öte yandan eski rejimin mağdurları sadece onlar değildi. MPS ile başlayan siyasal akımın kaç kez önü kesildiğinin sayısını bilenimiz yok. Ama onlar mağduriyetlerini başkasına şiddet uygulayarak ya da yok etme hareketiyle gidermeye çalışmadılar. Eğer bu gün bu hareket olmamış olsaydı ülke doğrudan iç savaşın içerisinde olacaktı. Bunu görmemek için gör olmak gerekir.
Ülke AKP’nin dışındaki siyasal partilere baktığımızda siyaseten bölünmüş durumdadır. Çünkü kimi partilerde Türk oyu yok, kimi partilerde de Kürt oyu yok. Kimilerinde de dindar oyu yokken kimi partilerde de ateist oyuna rastlayamıyorsunuz. Siyaseten bölünmüş bir ülkeyi bölmek kadar kolay bir yol yoktur. Ülkeyi farklı diller değil ideolojik bölünmüşlük böler. İki ideolojiden birinin galibiyeti durumunda ise istibdat doğar. Zira başkasına hayat hakkı tanımayan bir ideolojiden demokrasi beklenemez.
Şunu da hatırlatmak isterim: Halkın adına konuştuğunu söyleyen ve topluma önderlik iddiasında olanların birilerine hakaretler yağdırırken ve ya başkalarını alkışlarken tarihin aynasını unutmamalıdırlar. Hafıza-i beşer bazen şaşar ama yaşını başını almış insanlar körebe oynamamalı. Hepsini geçtim kendi içlerinden çıkan siyasetçileri unutup ya da görmezlikten gelerek demokrasiyi rafa kaldırıp başkalarına gelince demokrasiyi baş tacı edenleri anlamakta zorlanıyorum. Yaban suların dibi girdaplı olabilir. Dikkatli olmak lazımdır. Zira sırtımızdaki doksan yıllık yükü hala indirebilmiş değiliz. Kim ne yapacaksa kendi adına yapsın. Benim millet adımı kullanmadan. Zira ben de Çerkesim ve “Çerkeslerin…” diye başlayan politik söylemlerin tamamından siyaseten uzağım.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz