Lacivert Dergi’nin Ocak sayısında yayınlanan “Hayır, Çerkesya benim” adlı yazı, anavatanına ilk kez giden H. Sena Kural’ın izlenimlerini yansıtıyor.
Hayır, Çerkesya benim!
Çok uzaklarda olmayan, yanı başımızda, Karadeniz’in diğer yakasında yer alan ama hiç bilmediğiniz, her duyduğunuzda ‘Tam olarak neresiydi?’ diye sorduğunuz topraklardan bahsedeceğim. Çerkesler hakkında bildiklerinizin Çerkes tavuğundan, Çerkes kızlarının güzelliğinden, Çerkes Ethem’den ibaret olduğunu da biliyorum. ‘Kafdağı’nın ardında, Kafkas dağlarında ‘aslında’ kimler yaşar onu anlatacağım. Acemi ama aynı zamanda da sızılı ve öfkeli bir gezginin gözüyle…
Çerkesya, yıllarca emperyal Çarlık Rusya’sına karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş insanların, Çerkeslerin yurdu… 1864 yılında tarihsel bir kırılma yaşayarak ciddi bir soykırıma uğratıldı Çerkesler. Soykırımın üzerinden yaklaşık 150 yıl geçmişken, Rusya’nın Çarlık döneminden bu yana uyguladığı ‘Kafkasya’nın yerlilerden arındırılması’ politikası son derece etkili oldu. Türkiye başta olmak üzere birçok ülkeye dağılmış olan Çerkeslerin anavatanlarında yaşayan Çerkeslerden çok daha fazla oluşu soykırımın boyutlarını gözler önüne seriyor.
‘Acaba nereye gitsem?’ diye düşünenlerden değil de gideceği yer çok önceden belli olanlardan biri oldum hep. Uzun süredir hayalini kurduğum yere gidiş öyle çok da sürpriz bir şekilde olmadı benim için. Kararı önceden verilmişti. Ta 150 yıl öncesinden belki de…
Kısa bir uçak yolculuğunun ardından gece yarısı Krasnodar Havaalanı’na indik. Pasaport kontrolü için uzun süre sırada bekleyişlerimiz ve polislerin surat ifadeleri bize ‘Rusya’ya hoş geldiniz’ demişti bile. Anavatanım dediğim yere pasaportla girmenin ne demek olduğunu idrak ettiğim anlardı. Üç defa polis kontrolünden geçtikten sonra sonunda çıkış yapabildik. Bizi kapıda karşılayanların kim olduğunu anlatmalıyım öncelikle. Bu yüzler bizim için çok eski. O kadar eski ki, 150 yıl öncesine ait.
Çerkes Soykırımı ve sürgününün sembol tarihi olan 1864 yılında Çerkesler dünyanın çeşitli bölgelerine sürgün edilirken, ait olduğum sülalenin yaşlılarından Yekuaş Ömer’in görme engelli olması ve Rus askerlerinin ‘Bu zaten kalsa da bir şey olmaz’ demesi üzerine sülaleden tek bir kişi kalabilmiş ait olduğu topraklarda. İşte beni Krasnodar Havaalanı’nda karşılayan yüzler, Yekuaş Ömer’in torunları, benim akrabalarım. Kılıç artıkları olarak buluşuyoruz. Akrabalarımın kalanı ise Balıkesir’de, Suriye’de, Samsun’da, Ankara’da, Manisa’da ve daha kim bilir bilemediğim nerelerde. Sürgün olmanın, yersiz yurtsuzluğun ne demek olduğunu anladığım an, Krasnodar Havaalanı’nda 150 yıl öncesinin tanıdık yüzleriyle karşılaştığım andı.
Avrupa’nın en yüksek dağı Elbruz’dan doğup Azak Denizi’ne dökülen Kuban Nehri boyunca ilerlerken hayalimdeki Kafkasya’nın aslında ne kadar da Rusya olduğunu düşündüm durdum.
Kafkasya denildiğinde akla ilk gelen yemyeşil ormanlar, dağlar, nehirler olmuştur. Gerçekten de seyahatimiz süresince yeşil gözümüzü açtığımız her yerdeydi. Aguy-Shapsugh diye isimlendirilen bölge Kafkasya’nın en yeşil bölgesi olarak biliniyor. Sabah pencereden baktığında her yerin yemyeşil olması en güzel mutluluk doğaseverler için.
İlk gün çevrede kısa bir tur atıp, yüzleri hiç de yabancı olmayan akrabalarımızla tanıştıktan sonra ikinci günümüzde sürgün edildiğimiz gerçek bölgeye, yani bizim köyümüze çıktık ATV’ler eşliğinde. Sonbaharda ziyaret edebildiğimiz topraklarda yağmurlu bir hava hakim. Yekuaştame (Yekuaş Tepesi) diye adlandırılan bölgede bize ait, kalan tek kalıntı yosun tutmuş bir çeşme. Zaman zaman bu tepeye çıkıp çadır kurarak, gece konaklıyormuş akrabalarımız. Seyahatimizin benim için en özel kısmı orada geçirdiğimiz birkaç saat oldu. 150 yılın ardından gelen birkaç saat…
Kendilerini Müslüman kimliği ile tanımlayan Çerkesler, aslında Müslümanlık adına pek bir şey bilmiyor desem abartmış olmam. Bildikleri, Müslüman isimlerini kullanmakla sınırlı kalmış yıllarca. Bu da sadece geleneksel bir hal almış durumda. Kolay değil; Çarlık işgali ardından Sovyet rejimi en sonunda da Putinizm’in direkt muhatapları onlar…
Rusya’nın gözdesi, Çerkeslerin başkenti: Soçi
Soçi, Rusya’nın büyük bir liman kenti yapmayı başardığı şehir. 2014 Kış Olimpiyatları sayesinde adını Rus şehri olarak duyurmuş bu kent, aslında hiçbir zaman Rus şehri olmamıştır tarihte. Bize sorarsanız hâlâ da değildir. Bu güzel kentte doğa katledilerek olimpiyat köyü inşa edilirken, 150 yıl önce yaşanan soykırıma ait kemiklerin halen toprak altından çıkıyor oluşu ‘Rusya’nın medeniyete açılan kapısı’ olarak lanse edilen Soçi üzerinden Rus medeniyetini tanıtıyor sanki dünyaya…
Olimpiyatlar nedeniyle bütün dünyanın gözü Kafkasya’dayken Rusya’nın bölgede baskı ve imha politikaları bu sırada da devam etti. Birçok sivil vatandaş gözaltına alındı, yaralandı ve öldürüldü. Rusya bunu dünyaya güvenlik politikası olarak duyurmayı başardı.
UNESCO’nun koruma alanı ilan ettiği bölgede, pek çok bitki ve hayvan türü, yapılacak inşaat çalışmalarıyla yok edildi. Çevre örgütleri bu duruma büyük tepkiler göstermiş olsalar da bu doğa tahribatına engel olamadılar. Rusya’ya kimin gücü yeterdi ki?
Maalesef olimpiyat ruhu ayaklar altına alınarak düzenlenen 2014 Soçi Kış Olimpiyatları Çerkes Soykırımı’nın sembol şehrinde, Çerkesya’nın başkentinde, Çerkes kemikleri üzerinde gerçekleştirildi. Rusya, dünyanın en çok para harcanan olimpiyatını gerçekleştirdi fakat arzu ettiği pozitif imajı oluşturamadı. Bu duruma isyan eden, güçlerinin çok ötesinde işler yapmaya çalışan Çerkesleri duyan pek olmadı…
Gerçek adıyla Kbaada şimdiki adıyla Krasnaya Polyana, adını Çerkeslerin kanından alan ‘kızıl çayır’ anlamına geliyor… Bu bölge, Soçi’de düzenlenen olimpiyatların ve şimdi de Rusya’nın dinlenme ve kış sporlarının merkezi konumunda. Bölgeyi her yıl artan sayıda turist ve sporcu ziyaret ediyor. Krasnaya Polyana’da bir otel odasında bu zamana kadar düşündüğüm bu bilgilerle uyandığımda bir kere daha yarama tuz bastı tüm bildiklerim…
‘Kafkasya benim’ mesajı
Yedi günlük gezi süresince aileme ve arkadaşlarıma hatıra olarak birkaç hediye almak istiyorum. Ancak ne acı ki hediyelik eşya satan yerlerin en büyük kısmını matruşkalar kaplıyor. Bilindiği üzere matruşkalar Rusya’nın imajı ve ruhunu temsil ediyor.
Rusya’nın mesajı çok net aslında tüm yaptıkları ve hissettirdikleri ile. “Kafkasya benim, Çerkesya benim” diyor tüm dünyaya.
Bu gezi ve izlenim yazısı politik bir yazı olmanın ötesine geçemiyor maalesef. Yersiz yurtsuzlaştırılmış olanın gezdiği yer ile arasındaki 150 yıllık açığı kapatma çabası ve şaşkınlığıdır belki de bu yazıyı politikleştiren…
Yolculuğa başladığım ve bitirdiğim noktadaki düşüncelerim bambaşka. Hayal ettiklerim ve gördüklerim keza… Çerkesya’nın güzelliklerini getirmem gerekirken, sadece her baktığımda beni mutlu eden bir avuç toprakla geri döndüm Yekuastame’den. Belki de sadece bu topraktır benim olan! (www.lacivertdergi.com)
H. Sena Kural