Ölümün ve öldürmenin çok kolay dile getirildiği, talep edildiği günlerdeyiz.
Ölümün hayattan en önemli farkı “kesinlik” ifade etmesindedir. Yani hayat çok karmaşık, çok renkli, çok içiçe, çok anlamlı ve belirsizliklerle dolu iken, ölüm çok daha nettir. Ölümden sonra ne olup bittiğini bilmemiz mümkün değildir; ölüm belirsizlik değil; bilinmezliktir. En fazla, inancımıza göre “beklentilerimiz” olabilir.
Ama kesin olan bir şey var: hayattan ölüme; yani bir “hal”den başka bir “hal”e geçilen bir “an” var…
Belki de hayatın neredeyse hiçbir veçhesinde karşımıza çıkmayan bir durum -siyah-beyaz ayrımı- ölüme geçerken karşımıza çıkıyor.
İşte bugün tam da bu siyah-beyaz netliğini yaşıyoruz.
Ve bu siyah-beyaz netliğini ise en çok “erkeklik” ideolojisi besliyor…
Hem en saf haliyle; erkekleri ve kadınları inşa etmek için yüzyıllardır devrede olan, modernlikle kan tazeleyen haliyle erkeklik…
Hem de başka ideolojilerin, mesela milliyetçiliğin, militarizmin içine karışarak, eriyerek, gizlenerek…
Tabii ki bu ideolojinin hem ilk elden kurbanı, hem de gene birinci dereceden taşıyıcısı olan tonlarca erkek, bir yandan Cizre’de, Sur’da, tornasından geçtikleri devletin ölüm ile ilişkisini kutsuyorlar; diğer yandan kadınlara tecavüz edipöldürüyorlar.
Her halükarda, taşıyanı tam bir kibir abidesine dönüştüren bir ideoloji.. Ama daha ziyade kifayetsiz muhteris şekle sokan cinsten… Başkalarını beğenmeyen, ders veren…
Ve tabii ki, unutmayalım; bu ideoloji her ne kadar “erkekçe” olsa da, sadece erkeklerin taşıyıcı olduğu bir ideolojisi değil… Gene tonlarca kadın var bu ideolojisinin gelecek nesillere taşınması için saçlarını ağartan…
Mesela bir zamanlar, Yalçın Küçük gibi darbeci zihniyete sahip kibir abidelerine karşı “Aydın despotizmi” kitabını yazarken, bugün Kürtlere “ders veren” ve bunu en tepeden yapabilen, “Kürtlerin acilen sosyolojik evrime ihtiyaçları var” diyebilen Alev Alatlı gibi yeni tür Küçük’ler de var.
Yani “aydın kibrinin” ve “despotizminin” yanısıra, yeni ırkçılığıtemsil eden rejim aydınları, aparatçikler…
Kendinden bu kadar emin olup, kendini bu kadar kifayetli bulanlar, aslında en basit ifadesiyle, “erkekçe bir iktidarın” dilini yeniden üretiyorlar.
Tecavüzü normalleştiren iktidar dili
Toplumda iktidarın, hegemonyanın, otoritenin nasıl sağlandığına dair her farklı yaklaşım, toplumsal ilişkilerdeki eşitsizliğin, farklı güçler arasındaki ilişkilerin nasıl tesis edildiğine dair bize fikir verir. Her teoriyi her durumda, mesela hem geleneksel toplumlarda, hem de modern toplumlarda kullanabilmemiz mümkün değildir.
Modern toplumlardaki iktidarın şekillenmesine dair bize çok önemli analizler sunan Michel Foucault’nun çok kapsamlı teorisine göre, gerçek ve başarılı bir iktidarın tesisi için ya da toplumun “disiplinli” bir şekilde işlemesi için bazı koşulların bir araya gelmesi gerekir.
Mesela hiyerarşik bir düzenin inşası yani her alanda daha çok bilenlerin daha az bilenler karşısında sahip olması gereken bir üstünlük (doktorların, öğretmenlerin, yargıçların, silahlı güvenlik mensuplarının uzmanlıkları…) ve bunun herkes tarafından kabulü; bu şekilde ortaya çıkan her türlü uzmanlığın, bu uzmanların sundukları bilgi ve estetiğin normalleşmesi…
Gözetleme ve gözetlenme; yani herkesin başında bir polis olması gerekmez ama herkes gözetlendiği veya gözetlenebileceği fikrini aklından çıkarmadan, toplumun (ya da toplumun hakim seslerinin) beklentilerine uyması (trafik ışıklarına uymaktan, okulda öğretilen milliyetçi kitapların ne kadar doğru ve şaşmaz bilgi olarak kabulüne kadar kabul edilecek ve yalnız başına olunduğunda bile uyulması ve tekrarlanması gereken bilgiler)…
Toplumun ve insanların sürekli olarak, bir inceleme alanı haline getirilmesi; bu incelemeden derlenen bilgilerin tek ve en gerçek olarak topluma sunulması (eğitimin, yolların, teknolojinin başarıları ve gerekliliği)…
İktidarın böylesine kapsamlı ve ayrıntılarda işlediği toplumlarda kişisel olan genelde, genel olan da kişisel olanda iktidarı üretir, yeniler… Bunun tersi de doğrudur; geneldeki direnişözele; özeldeki direniş de genele yansır.
Çalışan sınıflar üzerindeki tahakkümün, başka ırk ve etnik gruplar üzerindeki baskının, “bilgi”yi tekeline almaya çalışarak kontrol ve disiplin sağlayanların iktidarlarının ürettiği söylem ve kişisel / özel alandaki iktidar mekanizmaları arasındaki ilişkinin çok bariz bir şekilde görüldüğü bir alan ise kadınlara yönelik gerçekleşen tecavüzlerdir.
İlk dikkat çeken unsur, tecavüzden sonra, gerçekliği kurgulayan söylemler ve bunların en ruhsuz versiyonları aracılığıyla, hemen kadının suçlanmasıdır… Hele bizim memlekette bu düzeye inebilme kapasitesine sahip olan, adı “gazete” olan ama kendisi aslında çöp tenekesinin dibine sızmış kirli su olan bir takım şeyler tecavüze uğrayan kadınların o saatte nereden geldiği hakkında akılları sıra “mizahi” yorumlar yaparlar.
Hele bunların bazıları, bütün dindar görünümlerinin arkasına saklanamayan, kendileri de tecavüze hazır erkeklerdir. Artık onlar, üzerlerindeki Müslüman kabuğunu atmış; dünyanın herhangi bir yerinde, karşımıza çıkabilecek tecavüzcü erkeklerdir.
Oysa onlar o kadınların neler yaşadığını bilemezler, bilmek istemezler… Çünkü bilmek demek farkında olmak, sorumluluk taşımak, dolayısıyla hayata ve kendileri gibi iğrençleşen insanlara müdahale etmek demektir ki, bu hiç kolay değildir; onların “erkek” jargonuyla konuşursak, bu tür bir müdahale cesaret ister; “erkek” olmayı gerektirir; ama jargonu bir kenara bırakıp, aslında dümdüz ne olduğunu söylersek, “insan” olmayı gerektirir.
Başka bir yazımda değindiğim gibi, eğer farkında olmazsanız, sadece ortalıkta dolaşan inandırma teknolojilerine muhatap olursanız, Cizre’de ne olup bittiğini bilmeyeceğiniz gibi, bir kadının da sokağa çıkmadan önce neler yaptığını bilemezsiniz.
Kadın sokağa nasıl çıkar?
“Gündelik hayat sosyolojisi” dersim için öğrencim Clémence Mérindol’un dönem sonu getirdiği ödevden aktarayım… Mesela kadınlar nasıl elbise seçerler? Çok kısa mı, çok mu seksi, çok mu frapan? Makyaj? Yapmalı mı yapmamalı mı? Ayakkabılar? Topuklu olursa, koşarak kaçmak zor olur mu? Bu aynı zamanda paradokslarla dolu bir andır; çünkü kadın, bir yandan kadınlığını göstermekten korkarken, aynı zamanda toplumun ondan kadın gibi davranmasını beklediğini bilir. Kendine özen göstermeyen kadın makbul değildir. Ama aynı zamanda, kadın tenha bir bölgeye gidecekse, hangi vasıtayı kullanması gerektiğini, otobüsün, dolmuşun hangi kısmına, hatta hangi metro vagonuna oturması gerektiğini de hesaplamak zorundadır. Gittiği yerde, tenha ve ışıksız sokaklardan uzak durması gerekmektedir. Ve çok mecbur kaldığında ikinci bir paradoks ortaya çıkar: bir yere giderken, kendisine bir erkeğin eşlik etmesini ister… Yani kendisini taciz eden, ona güvensizlik duygusunu veren bir cinse karşı korunmak için gene o cinsten bir elemanın eşlik etmesini…
Kadınlar sayısız çok bilinmeyenden oluşan matematik denklemleriyle karşı karşıyadır.
Peki, aslında erkekler kadınlarla gerçekten konuşsalar bu denklemler hakkında biraz olsun bilgi sahibi olamazlar mı? Olurlar tabii ama onlar kadınlarla konuşmak yerine, kendilerine “kadınlar üzerine bilgi” denilen söylemlerle kendilerini ve erkekliklerini inşa etmişlerdir bile…
Kısacası, Kürtlerin ne yaşadığını bilmeyen Alev Alatlı gibilerin erkeklerden ne farkı var?