23 ŞUBAT SÜRGÜNÜ

0
496

23 ŞUBAT VAYNAHLARIN SÜRGÜN GÜNÜDÜR. “BU, KARANLIĞIN VE AĞIDIN GÜNÜYDÜ.”

23 Şubat’a az kaldı. Rusyalıların ortak takvimindeki bazı tarihlerin neden birilerini sevindirirken, diğerleri için trajedi ve keder ifade ettiğini sorgulamamız için bir fırsat daha çıktı. Bundan kısa bir süre önce Krasnaya Polyana idari makamları, dünya Çerkeslerinin Kafkas savaşında ölenlerin yasını tuttuğu bir matem günü olan 21 Mayısı bir bayram günü olarak ihdas etmeye karar vermişlerdi. Şükürler olsun ki zamanında akılları başlarına geldi ve bayramdan vaz geçildi. Acaba Vatan Savunucuları Gününün kutlanma tarihinin de, ülkemizin tüm halkları nezdinde bir bayram olabilmesi için başka bir güne alınmasını akıl edecekleri günü görebilecek miyiz? (23 Şubat günü, 1922 yılında Kızıl Ordunun kuruluş yıldönümünde “Kızıl Ordu ve Kızıl Filo Günü” olarak kutlanmaya başlamış, 1946-1993 yılları arasında da “Sovyet Ordusu ve Filosu Günü” olarak adlandırılmıştı. 1993 yılından sonra, Rusya Federasyonu’nda “Vatan Savunucuları Günü” olarak kutlanmaya başlamıştır-ç.n)
Vaynah dostlarıma 23 Şubat’ı neden kutlamadıklarını ve bu günün kendi halkları ve aileleri için ne anlama geldiğini sordum…

“Mezar taşları sökülüp köprüler ve çiftlik binalarının yapımında inşaat malzemesi olarak kullanılmıştı.”

Ahmed Buzurtanov, Nazran: “23 Şubat; Çeçen ve İnguş halklarının hayatında trajik bir tarihtir, bu günde onları Vatana ihanetle suçlayarak, Kazakistan ve Orta Asya’ya sürdüler. Çeçen-İnguş ÖSSC’den (Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti-ç.n), çocuk, kadın, yaşlı demeden 500 binden fazla insan zorla sürgüne gönderildi. Cezalandırılan halkların nüfusunun yarısından fazlası sürgünde hayatını kaybetti. Bu halkların kültürüne, maneviyatına ve ekonomisine verdiği zararı ölçmek kabil değil. Bu halklarla ilgili tüm cezai faaliyetler iptal edildi ve suç işlenmiş olduğu kabul edildi. Cezalandırılan halkların rehabilitasyonu için yasalar çıkarılalı 25 yıldan fazla bir zaman geçti.
Lakin bunların tam olarak rehabilitasyonu (arazi, kültür ve maneviyat bakımından) ile ilgili sorunlar bu güne kadar çözülmüş değil. 23 Şubatın soykırım kurbanlarına karşı büyük bir saygısızlığın dışavurumu olduğu ve cezalandırılmış halkların rehabilitasyonu nosyonuyla çeliştiği kanaatindeyim. Bu, özellikle nüfusunun çoğunluğunu cezalandırılmış halkların oluşturduğu bazı RF cumhuriyetleri için böyledir. Kutlama tarihi olarak özellikle 23 Şubat gününün seçilmesinin literatürde o kadar da sağlam bir dayanağı yoktur. Tarihsel olarak ordu bayramı için hareket noktası olarak, Sovyet Rusya halk komiserleri Sovyetinin, İşçi-köylü Kızıl Ordusu’nun kurulmasına dair bir kararname çıkarttığı 28 Ocak 1918 tarihini almak daha doğru olur.
Halkların sürgün tarihleriyle çakışan bayram günlerinin başka bir tarihe alınması sorununun devlet seviyesinde çözülmesi, veya hiç olmazsa bu kutlamaların cezalandırılmış halkların yaşadığı bölgelerde sınırlı olarak kutlanması kararı alınması gerektiği kanaatindeyim”
Said Mushaciev, Maykop: “Vaynahların sürgünü benim şahsi trajedimdir, çünkü annemin ailesinin yarısından fazlasının mezarı gurbette. Bu gün Vaynah halkının tarihine kara bir gün olarak, Çeçen ve İnguşların 13 yıllık sürgününün başlangıcı olarak yazılmıştır. Halklar topyekun olarak zorla sürgün edilmiş, bunun sonucu olarak onbinlerce insan hayatını kaybetmiştir. Bu durum, göçmenlerin maruz kaldığı zorbalığın, soğuğun, açlığın ve mahrumiyetlerin sonucudur.


Çeçen-İnguş ÖSSC lağvedildi, Çeçen ve İnguş yerleşim yerlerinin adları değiştirildi, yani, böyle yaparak cumhuriyetin yerli sakinlerine dair anılar bile siliniyordu. Antik savunma kuleleri ve mezarlıklara yönelik vandalizm şurda dursun. Bilindiği gibi mezar taşları sökülüp köprüler ve çiftlik binalarının yapımında inşaat malzemesi olarak kullanılmıştı. Daha sürgünden çok önce NKVD (Dönemin gizli polis örgütü-ç.n) birlikleri manevra yapıyor görüntüsü altında dağlarda ve ovalarda dolaşmaya başlamışlardı. Vatan Savaşı (2.Dünya Savaşını Ruslar böyle adlandırır-ç.n) koşulları altında, ülkenin ve insanlığın dikkati cepheden gelen savaş raporlarına kilitlenmişken, halklara karşı suç işlenmiştir. Halklar topyekun faşistlerle işbirliği yapmakla suçlanmıştır, oysa o zaman Çeçeno-İnguşetya faşist işgali altında değildi ve bilindiği kadarıyla faşistler yalnızca, Grozni ve civarındaki petrol tesislerine birkaç hava saldırısında bulunmuşlardı.
23 Şubat kutlama törenlerini bahane ederek köy meydanında önce erkekleri topladılar ve etrafları silahlı NKVD mensupları tarafından sarıldı. Ardından kadınları, çocukları ve yaşlıları topladılar. Dondurucu soğukta onları yaya olarak en yakın demiryolu istasyonuna kadar yürüttüler. Sülalemiz ilk kurbanını sürgünün ilk gecesinde verdi. Bir yaşındaki bebek ninesinin sırtında can verdi, soğuktan donmuştu, çünkü ilk geceyi açık havada geçirmişlerdi ve her ne kadar ateş yakmışlarsa da, ateş alanı aydınlatıyor ama insanları ısıtmıyordu.
Annem 12 yaşında idi, 14 yaşındayken ana-babasını yitirdi, kız ve erkek kardeşlerinden bazıları da öldü. Üç kişi kalmışlardı: iki kız kardeş ve onlara babalık yapacak bir ağabey. Üç yıllık bir tahsil, yetimlik, açlık, yaban eller ve utanç verici “özel yerleşimci” yaftası. İşte annemin Sovyet iktidarından eline geçen budur.

“Annem bu günü karanlık bir ağıt günü olarak hatırlıyor, tabiatın bile ağladığını söylüyor.”

23 Şubat’ta Çeçen ve İnguş halklarını hile ile, zorbalıkla ve aşağılamaya maruz bırakarak “geri dönüşsüz olarak” “ebedi sürgüne” gönderdiler… Bu halkların tarihinde kara bir gündür, ve bu günün bayram kabul edilmesi ve kutlanmasını bir hakaret kabul ederim.
Üstelik, bu bayramın adı defalarca değiştirilmişti. Bu bayramı ihdas eden ne o ordu, ne o ülke, ne o siyasi rejim artık mevcut değil.
Annem bu günü karanlık bir ağıt günü olarak hatırlıyor, tabiatın bile ağladığını söylüyor, çocuklar ve kadınlar feryat ediyormuş, avlulardaki evcil hayvanların böğürtüsü dünyayı tutmuş…Babam sürgündeyken küçük kardeşlerini (kız ve erkek) beslemek için madende çalışmış, öğle yemeğini neredeyse dokunmadan eve getirirmiş. Halam, bunu hatırlayınca ağlardı… 1937 ‘de ölen babaları birdi, ama anneleri ayrıydı. Aralarındaki dayanışma çok güçlüydü, bu sayede hayatta kaldılar ve geri döndüler!
Mairbek Vaçagaev, Paris: “Sürgün sözüyle ilk defa ne zaman karşılaştığımı bilmiyorum, çünkü bu konu kendimi bildim bileli aile içinde konuşulurdu. Ninemin bütün konuşmaları eninde sonunda sürgünde çektikleri cefaya gelirdi. Ama bu konunun bilincine varmam, 9 veya 10 yaşımdayken, ilk defa ninemle köydeki mezarlık ziyareti sırasında amcalarımın ve teyzelerimin mezar taşlarındaki tutarsızlığı fark ettiğim zamandır. Oradaki tarihler sürgün yılları idi ve ben onların nasıl olup da Çeçenistan’da kalabildiklerini ve burada gömüldüklerini anlayamıyordum, o sırada ninem sürgünde değil miydi?
Ninem, içini çekerek, onların Kazakistan bozkırında Çiili köyünde öldüklerini anlattı. Ama, 1957 yılında dönüşe izin verildiği zaman kendisi hemen köy mezarlığına koşmuş ve diğer Çeçenlerin, yakınlarının mezarlarını kazarak, kemikleri çıkarmakta olduklarını görmüş. Çeçenler çantalarında, 13 yıllık kürek mahkumiyetinde kazandıkları serveti değil, yakınlarının, aile üyelerinin kemiklerini getirmişler.
Ninem, kendi çocuklarının kemiklerini getirmiş, evimizde sürgünü hatırlatacak hiçbir eşya yoktu, akrabalarım oradan hiçbir şey getirmediler, ne ile gittilerse, onunla geri döndüler! İşte ancak bu olaydan sonra diğer mezarlardaki tarihlerin de onların Kazakistan’da öldüğünü kanıtladığını fark ettim. Kemikleri neden geri getirdiklerini sormadan duramadım. Ninem, onları her Cuma ziyaret edebilmek, onların Kazakistan’ın kumlu bozkırlarında kaybolmadığını bilmek, mezarlarını otlar bürümesin, ait oldukları yere, atalarının toprağına dönsünler diye getirdiğini söyledi. Benim bilinçli olarak sürgün konusunu anlamaya çalışmam ilk defa burada oldu.
İkinci olay 1996’da oldu. Avludaki cenaze töreni sırasında yaşlılar akşama doğru sürgünden konuşmaya başladılar. Ve ben dayanamadım, etiketi ihlal ederek, Grozni’nin yeryüzünden silindiği, onbinlerce insanın öldürüldüğü, yüzbinlercesinin yaralandığı, evsiz kaldığı günümüzdeki duruma bakarak, “gerçekten de hepiniz sürgünün, bu son iki yılda başımıza gelenden daha korkunç olduğunu mu düşünüyorsunuz?” diye sordum.
Suratları öyle bir ifade aldı ki, mahçup oldum… Suratlarına yansıyan şey, korkunç, aşağılanmış bir ifade id, ve ben, yanlış bir şeyi, yanlış yerde, yanlış insanlara söylemiş olduğumu fark ettim… Yaşlılardan birisi alçak sesle, mırıldanırcasına, bu iki yılda olan şeyin sürgüne göre hafif kaldığını, bunların kıyaslanmaması gerektiğini söyledi… Herhalde bana, ne cüretle bunu terazinin aynı kefesine koyduğumu söylemek istemişti… Diğerleri yalnızca susmuş olmuyorlardı, bu acı bir sükut idi, dökülen gözyaşlarını saklamak için bakışlarını yere dikmişlerdi…

“Ülkemizde hiç kimse karşılıklı güvensizliği aşabilmek için geçmişin trajik olaylarını araştırmaya çalışmıyor.“

Ben de bu şekilde, kendim için, halkın trajedi eşiğinin sürgün olduğu sonucunu çıkardım, ondan ötesi ancak ölümdü… Başka hiçbir şey bununla kıyaslanamazdı”.
İsrapil Şovhalov, Moskova: “Şüphesiz ki 23 Şubat benim için bir bayram değil. Ben bu trajik tarihi ilk defa çocukluğumda, daha bebekken duymuştum. O tarihte ebeveynim, Çeçen halkının 1944 yılındaki sürgününde gönderildikleri Kazakistan’dan dönmüş idiler. Ben Grozni’de doğdum, çok uluslu bir ortamda yaşıyorduk. O günlerde, diğer çocuklardan farklı olarak ne dedem ne de ninem olmadığını fark etmiştim. Bu mesele çok canımı sıkıyordu, çünkü her çocuk gibi arkadaşlarımı kıskanıyordum. O zamanlar beni de okuldan dedemin ve ninemin almasını istiyordum, okuldan sonra onların evine gitmek istiyordum, çünkü akranlarım böyle yapıyordu. Ama benim ne ana tarafından, ne de baba tarafından dede ve ninem yoktu. Ebeveynime bunun nedenini sorduğumda, onların sürgünden hemen sonra öldüklerini söylediler. Annem, ninesinin ölümünden ve dedesinin tutuklanmasından sonra alındığı bir çocuk evinde büyümüş, babam ise, öksüzleri çocuk evlerine toplayan himaye kuruluşlarından onu gizleyebilen yakın akrabaları tarafından büyütülmüştü. O zamandan beri bu tarih belleğime kazınmıştır. Ama ben o zamanlar, ebeveynimin sürgün dolayısıyla başlarına gelen felaketin tüm boyutlarını anlayamıyordum.
Biz okulda iken, kızlar her yıl 23 Şubat’ta erkek çocuklar için şenlikler düzenler, tüm Sovyet okullarında olduğu gibi bizlere hediyeler verirlerdi. O günlerde bu konu sadece okulda değil, aile çevresinde de yasaklı bir konuydu, çünkü ebeveynim uğrayacakları baskıdan çekinerek bu konuyu es geçmeye çalışırlardı. Tabii ki bazı konuşmalar oluyordu, ama bu genellikle ölmüş akrabaları veya nefret edilen Stalin’i anmak şeklinde oluyordu. Ama biz onuncu sınıfta artık 23 Şubat’ı bayram olarak kabul etmekten kesin olarak vaz geçmiştik. Sınıfımızdaki erkek çocuklar okulda bunu açıkça dile getirdiler ve kızlardan artık armağan vermemelerini istediler.
Bu tarihle ilgili olarak, Sovyet Ordusunda askerlik yaparken yaşadığım bir hadiseyi hatırlıyorum. Bölük siyasi kısım başkan yardımcısı, Çeçen olduğumu öğrenince tüm bölüğün önünde yüzüme karşı su cümleyi söyleme cüretinde bulunmuştu: “Hitler’i beyaz at üzerinde karşılamaya hazırlananlar sizler miydiniz?”. Bu öyle nahoş ve aşağılayıcı bir durumdu ki! Bugünden bakınca ben, Sovyet propagandasının bir kurbanına gerçekte neler olup bittiğini anlatmanın ne denli güç olacağını iyi anlıyorum. En zoruma giden şey de bu stereotipin çağdaş Rusya toplumunun bazı kesimlerinde hala canlılığını koruyor olmasıdır. Daha sonraları bir gazeteci olarak, ailemin ve halkımın hayatındaki bu trajik tarih hakkında pek çok bilgiye ulaştım. Bu olaylar üzerine yazılmış birçok edebi eser okudum, bu trajedi kurbanlarının anısına inşa edilmiş olan Grozni’de yegane anıt kompleksini hatırlıyorum. Sadece savaş kurbanlarının anısını ebedileştirmek, Çeçen ve İnguşların sürgünüyle ilgili efsane balonlarını söndürmek için değil, dağlık Haybah köyü halkının trajedisiyle ilgili olarak tarihi adaletin yerini bulması için de pek çok şey yapan Stepan Kaşurko sayesinde arşiv belgelerini gördüm.
Çeçen ve İnguşların 23 Şubat’ta, Balkarların da 8 Mart 1944’te sürgün edilmesi bir tesadüf değildi (8 Mart Sovyetler Birliğinde Kadınlar Günü olarak kutlanan çok popüler bir bayram idi-ç.n). Bu durum, devletin karar alma mekanizmalarında sorumluluk sahibi olan Sovyet liderleri ve memurları için, bu tarihlerin sıradan bir takvim günü değerinde olduğu ve Rusya tarihindeki askeri zaferlerle hiçbir alakasının bulunmadığını göstermektedir.
Ama problem şurada ki, ülkemizde hiç kimse karşılıklı güvensizliği aşabilmek için geçmişin trajik olaylarını araştırmaya çalışmıyor. Ve şimdilik Rusya’da, halkın bir kısmı yas tutarken bayram kutlamaya devam ediliyor. Geçmiş her zaman bizimledir, yakınlarımın çektiği eza ve cefayı unutmam mümkün değil. Yaşamda, öyle sıradan devlet bayramlarından daha önemli, iktidarların emriyle yok edilmesi pek mümkün olmayan değerler vardır. Ancak bu değerlerin kıymeti bilinirse, bu dünyada onurlu bir yaşam sürmek ve bugünü anlamak mümkün olur.
Bu nedenle, Çeçen ve İnguşların büyük çoğunluğu gibi, bütün bunların farkında olan ben, 23 Şubatı bir bayram günü olarak kabul edemem, çünkü tarihimizde bu gün daima 1944 yılının trajik olaylarını hatırlatacaktır”. (kavkaz-uzel.ru)

Çeviri: Uğur Yağanoğlu

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz