Faik Yılmaz, babasından Çeçence dinlediği masalları Jıneps okurları için yazdı.
70 yaşın üzerinde bir Çeçen köylüsüydü. Grozni yakınlarında Tehirmırt köyünde yaşıyordu. Hali vakti yerindeydi. Hayatı boyunca ‘bir de kızım olsaydı’ diyerek bir kız evlada özlem duymuş Çeçen köylünün üç oğlu vardı. İyice yaşlandığını, hakkın rahmetine kavuşabileceğini düşünen yaşlı baba bir gün çocuklarını topladı ve dedi ki;
-Yavrularım, çocuklarım, artık yaşlandım. Size son olarak vasiyetimi söylemek istiyorum. Ben öldükten sonra şimdi size anlatacağım gibi malımı, mülkümü aranızda paylaşırsınız.
Biraz da üzülüp telaşa kapılan üç oğul içlerinden ‘Allah gecinden versin’ dilekleri ile babalarını dinlemeye hazır olduklarını belirtircesine başlarını öne eğerek sessizliğe gömüldüler. Yaşlı baba ağır ağır konuşmaya başladı.
-Bütün tarlaları ve evin yarısını büyük oğluma bırakıyorum. Eldeki nakit parayı ve evin diğer yarısı ile hayvanları ortanca oğluma bırakıyorum.
En küçük oğluna birşey kalmamıştı ama kimseden de itiraz sesi çıkmıyordu. Uzunca bir süre bekleyen baba, küçük oğluna dönerek;
-Halhırmırt (Grozni yakınlarında) köyünde yaşayan eski bir arkadaşım var, onu da sana bırakıyorum, diyerek vasiyetini bitirdi.
Aradan fazla zaman geçmedi. Yaşlı baba ağır bir hastalığa yakalandı. Evlatlarının gözyaşları arasında vefat etti. Baba defnedildikten sonra kısa zamanda aile normal yaşama döndü. Büyük oğlan paylaştığı evin kendine ait bölümünde, kendine verilmiş olan tarlaları ekerek rahat bir şekilde hayatını sürdürüyordu. Ortanca oğul da kendisine düşen büyük ve küçükbaş hayvanları ve yine babadan kalan hatırı sayılır miktardaki para ile güzel ve rahat bir hayat yaşıyordu. Ayrıca mal ve mülk sahibi iki kardeş zaman buldukça yörede ünü yaygın olan dünya güzeli bir kızı görmeye gidiyor, orada sazlı sözlü eğlencelere katılıyorlardı. Maddi durumu müsait olmadığı için tüm bunlara seyirci kalan küçük birader içten içe üzülüyordu. Kendisine haksızlık yapıldığını düşünüyor ama babasının vasiyetinden ileri gelen bir sonuç olduğu için de sesini çıkarmıyordu. Gidecek yeri olmadığı için abilerinin kendisine ayırdığı bir göz odada yalnız başına yaşıyordu.
Durumdan dolayı üzülen ama abilerine de birşey söyleyemeyen küçük kardeş, babasının vasiyetinde yakın köydeki arkadaşını kendisine bıraktığını hatırladı. Babasının bir bildiğinin olabileceğini düşünerek ertesi günü erkenden yatağından kalkıp komşu köydeki babasının arkadaşına gitti. Kendisini tanıttı, babasının vefat ettiğini söyledi. Babasının arkadaşı üzüntülerini bildirdi, usulüne göre başsağlığı diledikten sonra babasının vasiyetini sordu. Delikanlı durumu uzun uzun anlattı. Babasının malını mülkünü iki abisi arasında paylaştırdığını, abilerinin rahat olduğunu, zaman zaman o yöredeki dünya güzeli kıza giderek eğlendiklerini ama kendisine hiç sahip çıkmadıklarını büyük bir üzüntü ile aktardı. Amca diye hitap ettiği yaşlı adamın “Eee sana ne bıraktı?” diye sorması üzerine,
-Nedenini, nasılını bilmiyorum ama amca bana da seni bıraktığını söyledi. Kulağımla duydum babamdan, dedi.
Duruma üzülen yaşlı amca;
-Hoş geldin yeğenim. Sen kardeşimin bana emaneti, yadigarısın. Senin, o kardeşlerinden daha güzel ve daha varlıklı yaşamanı sağlayacağım. Üzülmene gerek yok, diyerek genci teselli etti.
O akşam, her ilk gelen Çeçen misafire yapıldığı gibi gılnış* yapıldı. Yemekten sonra sohbet edip yattılar. Ertesi gün erkenden kalkan amca, gece sabaha kadar planını yapmıştı. Ağıldan tavlı, güzel bir koç çıkardı. Onu güzel, renkli boyalarla boyadı, incik boncuk takarak koçu süsledi, etrafını da bir perdeyle kapatarak planını hayata geçirmeye koyuldu. Yeğenini eğlendirecek, mutlu edecekti.
Bu amaçla süsleyip, çepeçevre perdeyle gizlediği koçu önlerine katarlar ve o meşhur dünya güzeli kızın yaşadığı köye giderler. Akşama kadar her kapının önünde, ‘seyri beş kuruş’ diyerek çocuklara ve köylülere koçu gösterdikten sonra, akşam üzeri dünya güzeli kızın evinde gece misafir olmayı planlayarak evinin önüne doğru giderler. Dünya güzeli kız, sokakta ‘seyri beş kuruş’ diye bağırtı duyunca hizmetçisi kıza, “Nedir o bağırtı, baksana” der. Pencereden bakan hizmetçi, iki adamın perdenin içinde birşeyi gösterdiklerini, çocukların ona baktığını söyler.
Vakit akşam olduğu için plan üzerine bir süre sonra dünya güzelinin kapısını çalarlar. Gösteriyi yapan amca, “akşama tanrı misafiri alır mısınız?” diye sorar. Hizmetçi kız içeri koşarak, ‘gösteri yapanların akşam misafir olmak istediklerini, ne yapması gerektiğini’ hanımına sorar. Geleneklere göre hangi koşulda olursa olsun misafir kabul etmemenin çok ağır bir kusur olduğunu bilen dünya güzeli hayır diyemez ve amca ile yeğenini akşam misafirliğine kabul etmek zorunda kalır.
Kabul etmek zorunda kalır ama onlara ikram edecek evde doğru dürüst bir yiyeceğin olmadığını bilen dünya güzeli, misafirlere hoş geldiniz demek için misafir odasına girdiğinde yiyecek sorununu da arada söylemek gereğini duyar.
-Size gılnış yapmak isterdim ama kusura bakmayın, geç oldu ve evde yeterli malzemem yok, diyerek özür diler. Bu fırsattan yararlanmak isteyen amca;
-Ne demek yiyeceğin olmaması. Hiç sorun değil. Hemen şu gösteri yaptığım koçu keserim. Gılnışı yaparsınız. Yeter ki kemiklerinden hiçbir tanesini kaybetmeyin ben sabahleyin onu canlandırım, der.
Ev sahipleri de bu ilginç öneriyi kabul ederler.
Bunun üzerine hemen işe koyulan amca-yeğen koçu keserler, yüzerler ve mutfağa teslim ederler.
Sofraya nefis bir gılnış gelir, tavlı koçun nefis eti iştahlarını arttırır. Genç yeğen sabırsızca yemeğe girişeceği sırada yaşlı amca;
-Sakın yemeğe dokunma, önce ben başlayacağım sen de kesin olarak ben ne yapıyorsam aynısını yap, der ve aldığı gılnışı sarımsağa batırır, ağzına götüreceği yerde yanağına sürer ve sofraya bırakır. Eti de aynı şekilde yapar. Yeğen de amcasını aynen taklit eder. Bu arada yaşlı amca koçun önemli bir kemiğini kimseye göstermeden saklar. ‘Misafirler nasıldır, bir noksan ya da ihtiyaçları var mıdır’ diye kapı aralığından bakan hizmetçi kız amca yeğenin yaptıklarını görünce büyük bir şaşkınlık içinde dünya güzeli hanımına koşar ve durumu anlatır. Dünya güzeli de kapı aralığından vaziyeti görür ve misafir odasına girerek;
-Lütfen misafirler, siz ne yapıyorsunuz? Hiç gılnış yemediniz mi? Bu ne hal, der.
Yaşlı amca nezaketle söze başlar, çok çok özür dileyerek der ki;
-Hanımefendi, kusura bakma lütfen. Biz şimdiye kadar kendi başımıza hiçbir zaman gılnış yemedik. Benim yaşlı karım bana, bu yeğenimin genç güzel karısı da yeğenime, dizlerine oturtarak gılnış yedirirlerdi, biz bilmeyiz yalnız başımıza gılnış yemesini, der.
Durumu değerlendirmek üzere ev sahibi dışarı çıkar ve hizmetçi kızla konuşur. ‘Başka çarenin olmadığını, misafirlere alışkın oldukları gibi gılnış yedirmek gerektiğini, yoksa rezil olacakları’ değerlendirmesini yaparlar, misafir odasına geri gelirler. Dünya güzeli kız yeğeni kucağına oturtup gılnış yedirir, yaşlı amcaya da hizmetçi kız aynı şekilde kucağında gılnış yedirir.
Biraz sohbet, çay ve kahveden sonra yatma zamanı gelmiştir. Amca ve yeğen adet üzere tuvalet ihtiyaçlarını gidermek ve yatakların yapılamasına fırsat vermek için dışarı çıkarlar. Hizmetçi kız yataklarını yapar. Misafirler yatmak üzereyken yine amca yeğene;
-Yeğenim yatakta ben ne yapıyorsam aynısını yapacaksın ha, unutma, der.
Amca yorganın bir yanından altına girer, diğer tarafından çıkar. Yeğen de aynen amcanın yaptığını yapar. Amca yeğen bu şekilde uğraşırken hizmetçi kız, ‘misafirler yattı mı’ diye kontrol etmek için anahtar deliğinden bakar ki ne görsün. Amca yeğen tozu dumana katmış, yorganın bir tarafından girip diğer tarafından çıkıyorlar. Yine koşar hanımına ve durumu anlatır. Dünya güzeli inanmaz, usulca kapıya gelir bakar ki aynen hizmetçinin anlattığı gibidir durum.
Kapıyı vurarak içeri giren dünya güzeli;
-Yahu siz ne yapıyorsunuz misafirler? Bu durum nedir? Neden doğru dürüst yataklarınıza yatmıyorsunuz? diye misafirleri uyarır.
Hemen yaşlı amca alır sözü;
-Ne olursunuz kusurumuza bakmayın. Biz şimdiye kadar hiç yalnız yatmadık. Yeğenimin genç ve güzel bir karısı vardır, benim de yaşlı bir karım var. Onlar bizi kucaklar, yatırırlar. Yalnız yatmayı bilmiyoruz, der.
Bu duruma bir çözüm arayan dünya güzeli dışarı çıkar ve hizmetçiye;
-Vallahi rezil olacağız. Koçlarını yedik, bunları bu akşam memnun etmezsek bizi yarın rezil ederler. Başka çare yok. Sen yaşlı adamı ben de genç adamı koynumuza alıp yatalım bari, der.
Misafir odasına gider hazır yapılmış yataklarda misafirlerle yatarlar.
Güzel geçen bir gecenin sabahında güzel bir de kahvaltı yapan amca yeğen, ‘artık gitmek istediklerini, akşam kesilen koçun eksiksiz olarak kemiklerini getirmelerini’ isterler. Amcanın bir kemiği saklayacağını düşünemeyen hizmetçi kız özenle topladığı kemikleri amcanın önüne koyar. Amca kemikleri önündeki sofrada dizer. Yukarı sayar, aşağı sayar. Bir önemli kemiğin noksan olduğunu söyler. Dünya güzeli gelir bakar, gerçekten de bir kemik eksiktir. Yaşlı amca, ‘mahvolduğunu, kayıp kemik bulunamazsa koçu diriltemeyeceğini, koç olmazsa hiçbir geçim kaynağının kalmayacağını, kemiğin bu evde kaybolduğunun duyulması halinde ev sahibi olarak rezil olacaklarını’ anlatarak bir felaket senaryosu çizer.
Zor durumda olduğunu fark eden dünya güzeli bunu nasıl çözebileceğini sorunca amca; ‘koçun yüzülen derisinin dolusu altın verilirse razı olacağını ve bu olayı kapatacağını, aksi takdirde tüm çevrede bunu anlatacağını’ söyler. Durumdan ürken ve olayı kapatmak isteyen, toplumda itibarının zedeleneceğini düşünen dünya güzeli, hemen bir post dolusu altını amca ve yeğene verir. Kendi tabiri ile ‘millete rezil olmaktan kurtulur’.
Amca yeğen altınları alarak köye dönerler. Eve ulaşır ulaşmaz oturur, ‘bir sana bir bana’ misali altınları paylaşırlar. Yalnız altınları paylaşırken altın sayısı tek çıkınca amca bir altın borçlu kalır. “İleride bir gün köye gelince öderim” der. Böylece fazla olan tek altın borç olarak amcada kalır. Yeğen artık babasının vasiyeti ile sahip olduğu amcayı bulmuş olmaktan son derecede memnun, zengin bir şekilde köyüne döner.
Artık zengindir. Abilerine imrendiği günler geride kalmış, hatta onlardan kat be kat zengin olduğu için sık sık eğlence yerlerine giden ve bonkörlüğü ile de isim yapmış zengin bir beyefendidir artık.
Gel zaman git zaman bir gün yeğenin aklına alacağı olan bir altın gelir. “Hem amcamı görürüm hem de altınımı alırım” diye düşünür. Ertesi günü yola çıkar. Amcanın evi köyün en yüksek tepesinde olduğu için köye gelen gideni uzaktan görürmüş. Kapının önünde oturan amcanın karısı uzaktan gelmekte olan yeğeni görür görmez kocasına yeğeninin geldiğini söyler. Hemen onun altını almaya geldiğini anlayan amca karısına;
-Aman ha, ben ona o kadar altını bedava verdim zaten, o eşek oğlu eşşek bir tek altının peşine geliyor. O altını ona vermek istemiyorum. Kapıya gelince ‘amcan öldü’ diye ağlamaya başla, ben de içerde ölü numarası yaparım, çeker gider, der.
Amca ölü numarasına yatar. Karısı da başına bir örtü alıp kapının önüne oturup ağlamaya başlar. Kapıya gelince yengesinin ağladığını gören yeğen, “hayrola yenge, neden ağlıyorsun” diye sorunca, yenge “vaaay yavrum ocağımız yıkıldı, amcan öldü, içerde yatıyor” der.
Büyük bir telaşla içeri girip sırt üstü hareketsiz yatan amcayı görür görmez yeğen; renginden, betinden benzinden amcanın ölmediğini fark eder ve;
-Amca bak sen ölü değilsin, numara yapma. Kalk, sizi görüp altınımı alıp gideceğim, der.
Hala altından vazgeçmediğini de duyunca iyice kızan amca ölü numarasını sürdürür. Yeğen kızar;
-Amca kalk, sen ölü değilsin. Vallahi kızgın suyla kese yapa yapa derini yüzerim, diye uyarır.
Ölü numarasından vazgeçmeyen amcaya iyi bir ders vermeye karar verir.
-Yenge bu gerçekten ölmüş, büyük bir kazanla su kaynat. O kızgın suda şunun derisini yüzeyim, görsün, diyerek amcayı korkutup kalkmasını sağlamaya çalışsa da amca ölü numarasından vazgeçmez.
İnat amcayı kızgın suyla, keseleyerek yıkayan yeğen, vakit de akşamüzeri olduğu için tabutla birlikte amcayı camiye götürüp kefenli bir şekilde musalla taşına koyar. Ertesi günü defnedilecektir. Fakat bir kaç komşuyla amcayı camiye bırakan yeğen çaktırmadan kalabalığın arasından sıyrılıp bir hasıra kendisini sararak caminin bir köşesine saklanır. Herkesin camiden çıktığını, kendisinin yalnız olduğunu sanan amca kıvranmaya, sıcak suyla vücudunu haşlayan yeğene küfretmeye başlar. Yeğen tebessümle hasırın arasında dinlemektedir. Tam bu sırada, büyük bir soygun yapmış olan çete mensupları, sırtlarında yükleriyle ve büyük bir gürültüyle camiye girerler. Çete reisi. “arkadaşlar malları burada paylaşacağız” der.
Her şey adilce paylaşılır. Son olarak bir kılıç kalır. Çete reisi;
-Arkadaşlar bu kılıcı paylaşamayacağımıza göre kim ki bir vuruşta bu cenazeyi ikiye böler, kılıç onun olur, der.
İçlerinden birinin kılıcı alıp amcaya yaklaştığını gören yeğen, hasırın içinden çıkarak, “ya Allah, ne kadar ölü varsa yetişsin” diyerek saldırır. Korkudan paniğe kapılan çete üyeleri can havli ile camiden kaçarlar. Çetenin camiden malları bırakarak kaçtığını fark eden amca ve yeğen, alacağı vereceği unutarak hemen çete üyelerinin paylaşıp götüremediği malları bir bir paylaşmaya başlarlar. Bunlar paylaşa dursunlar, camiden kaçan çete epeyce uzaklaştıktan sonra durur ve;
-Yahu ne korkak insanlarız. Gelin gizlice geri dönelim, bir bakalım gerçekten de ölüler mi dirildiler mi? Yoksa biz hayal mi gördük, diye aralarında konuşup geri dönüp camiye bakmaya karar verirler.
Camiye gelen çete üyelerinden biri pencerenin önüne çöker, diğer biri onun sırtına çıkarak içerde ne olduğuna bakacaktır. Çetenin camiye yaklaştığını fark eden yaşlı amca pencerenin yanına gider ve çete üyesi tam kafasını içeri uzatır uzatmaz başındaki çok değeli kürk kalpağı kapar. Çete üyeleri artık ölülerin gerçekten dirilip bıraktıkları malları paylaştıklarına inanır ve kaçar giderler. Kalpağı kapan amca da yeğeninin yanına gelerek kalpağı ona verirken;
-Al, şimdi sana çok değerli bir kalpak, bende kalan bir altının yerine bunu kabul et, der. Malları aralarında paylaşıp evlerine dönerler.
*Gılnış: Et, hamur ve sarımsakla yapılan geleneksel Çeçen yemeği.
Derleyen: Faik Yılmaz