Geleneksel zamanlara kıyasla modern zamanlardaki zaman ve mekan ilişkilerimiz radikal değişiklikler gösterdi. Sadece fiziksel evlerimiz ya da yuvalarımız ve zaman algımız değişmedi… Mecazi anlamda da “yuvamız” değişti.
Eski zamanlardan bu yana doğru gelirken, mesela mağaralardan, kerpiç ya da ahşap evlerden beton evlere doğru “evrildik”. Evlerimizi hayvanlarla birlikte paylaşırken, onların sıcağına ortak olurken, onların ahırdaki kokularını kokumuz bellerken, bugün bunların çok uzağında bir yerdeyiz.
Bugün kentleri yaşanmaz bulan orta ve üst sınıf insanları, “doğal hayat”a kavuşma hayaliyle köylere dönerken, ufak çapta da olsa, bir anlamda “tersine göç” hareketini başlattılar. Ama “doğa estetiğiyle” süslenen bu göçe katılanlar arasında, doğayı, fotoğraf makinalarından çıktığı haliyle hayal edenler, tabii ki, büyük hayal kırıklığı yaşıyorlar. Çok değil, birkaç nesil içinde başkalaşan bu “geri dönüşçüler”, köyleri “mahalle” ilan eden kanuna dayanarak yeni evlerinin etrafında ahır ve tezek kokusuna tahammül edemeyip, şikayet ediyorlar…
“Hangi çağdayız?” diye şikayet ediyorlar mesela… “Ev”in ne kadar değiştiğini, eskinin tahammül edilemez olduğunu bize anlatarak…
Mağara, büyü ve insan
Bir zamanlar mağara olan evlerden apartmanlara doğru gelişirken, “mağara”nın kendisi korkunç karanlık çağların işaretine dönüşüyor. Aşağılamak istediği düşmanına, ezmeye çalıştığı etnik ya da dinsel gruba “mağara adamı” diye hakaret ediyor insanlar.
Bize ev satanlar, tonla kömür, petrol ve gazla, nükleer santrallarla ısıtıp, milyonlarca ampulle aydınlatmaya çalıştıkları evlerin, apartmanların, gökdelenlerin ne kadar “modern” ve “çağdaş” olduğu konusunda bizi ikna etme gayreti içindeler ve ne yazık ki çok başarılı oluyorlar.
Onların ikna teknolojileri çok güçlü olduğu için, o mağaraların ne kadar mükemmel bir “teknoloji” barındırdığını, ne kadar mükemmel yuvalar olduğunu söylemeye kimse uluorta cesaret edemiyor bile… O teknoloji, en fazla turistik yerlerde rehberlerin insan evladının geçmişte neler yapabildiğine dair anlattığı teferruat olarak kalıyor. Kapadokya, Hasankeyf, Derinkuyu gibi kayaların içine oyulmuş evler ve şehirlerdeki ısınma ve havalandırma sistemlerinin ne kadar muhteşem olduğu sadece bir tarih bilgisi olarak kalıyor.
Eskiden içinde yaşadığımız ev “bütün bir ev”di… Din, iman, toprak, tarım bir bütündü. Tevazuuyla ekip biçtiğimiz toprak, saygıyla baktığımız hayvan bize emeğimizin karşılığını verdiği zaman şükrediyorduk… Kibele için de, Demeter için de şükran vardı; Newroz için de, Hıdrellez için de… Allah topraktan bağımsız değildi; toprak da Allah’tan…
Hayvanlar, toprak, çoluk-çocuk, cinler-periler ve Allah bir bütündü…
Max Weber’in bahsettiği “büyülü dünya” bozulmamıştı daha. Geceleyin perili kavağın altında kesik kafaların döndüğüne, Nefise yengenin ruhunu cinlerin ele geçirdiğine inanırdık. Geceleyin bahçenin ta öbür ucundaki helaya küçük çocuklar korkumuzdan el ele tutuşup giderken, tam o sırada çitin üzerinde atlayan yaratığın normal bir hayvan olduğuna kolay kolay inanmazdık.
Din alimlerinin ve aydınlanmış çağdaş öğretmenlerin bütün bu hikayeler hakkında yaptıkları “hurafe” suçlamasının çok da güçlü olmadığı zamanlardaydık.
Atasözlerinin, kocakarı ilaçlarının pabucu “eski” sıfatıyla dama atılmamıştı.
“Xabze”in, “taruf”un, “adab”ın yediden yetmişe herkes için bir “yol gösteren” olarak kabul edildiği zamanlardı.
Her anlamdaki evimiz bir bütündü…
Kafamızı soktuğumuz ev ve kendimizi huzurlu hissettiğimiz maddi, manevi ve kültürel dünya bir bütündü; bu bütün olan şey her anlamda yuvaydı…
Büyü bozuldu ve kirlendi dünya
O yuva bugün paramparça oldu; Weber, “büyü bozuldu” dedi buna.
İçinde bulunduğumuz ideolojik ve kültürel havza, atmosfer, nefes aldığımız dünya, şehirler, kabile, vatan, yeryüzü tanımlarımız da değişti. Kısaca içinde kendimizi “iyi” hissedebileceğimiz “yuva” duygusu da değişti. Bütünlük bozuldu. İkiye, üçe, dörde ve daha çok katmanlara ayrıştık.
Hem başkalarıyla, hem de kendi içimizde birçok ev var artık…
Haberleşmek ve eğlenmek için akıllı telefonlarımız, internetlerimiz; hayatta kalmak için topladığımız çöplerimiz var; Pendik havalisinde, modern gözlerimizden ve yönetimlerimizden uzakta çaputtan, tenekeden, kartondan, plastikten inşa olmuş “evlerimiz” var; bahçeli Zekeriyaköy villalarımız, Hilal konutlarımız, Dicle konaklarımız var…
Çanakkale şehitlerimiz, Dersim katliamlarında kaybettiğimiz canlarımız, İstiklal mahkemelerinde asılmış mübarek adamlarımız, 1915’te Medz Yeğern’de kafaları sırayla kesilmiş Hay akrabalarımız, 1864’te Kızıl Çayır’da bıraktığımız Çerkes atalarımız var…
Kimimiz Fatih’in İstanbul’u fethinde yaşıyor; kimimiz Atatürk’ün Çankaya’daki akşam yemeğinde, kimimiz “Türklerin yeni başkan babası”na olan aşkını her saniye nakşettiği twit aleminde yaşıyor…
Kimisi cübbesinde, sarığında; kimisi kravatında, takım elbisesinde yaşıyor… Kimisi için Kur’an-ı Kerim’den başka kitap yok, kimisi için Bediüzzaman’ın risalelerinden, kimisi için Lenin’in Devlet ve Devrim’inden başka kitap yok…
Ve asla tek bir hafıza yok… Bütün inşa çabalarına rağmen, herkesi içine almayı becerebilen, adına “milli hafıza” denilen bir kolektif hafıza yok. “Milli hafıza”nın ne olduğunu başöğretmen edasıyla öğretmeye çalışanlara rağmen, bölük pörçük, silik hayallerden hatırlanan, atalardan kalan, dedeler ve nineler tarafından anlatılan ve asla zapturapt altına alınamayan hafızalar var.
Artık günümüz, içinde uyuduğumuz ev, ya da ev haline gelmiş okul, iş, çöp konteynerleri, fitnes salonu, metrobüs gibi çok farklı yerlerde geçiyor. Televizyonlarda sayısız eve girip çıkıyoruz. O evlerdeki insanlarla gerçeğe yakın ilişkiler kuruyoruz. Eyal Chowers’ın yazdığı (“Gushing Time, Modernity and the multiplicity of temporal homes”, Time and Society, Vol. 11, No. 2/3, 2002) gibi, bir sürü “evimiz” ya da “yuvamız” var; hem mekânsal-fiziksel hem de zamansal yuvalarımız…
Ev çokluğunda kalabalıklara sığınmak
Toprakla, kültürle, doğayla, şükranla bir bütün olan Allah artık sadece dualarda, namazda ya da tespih çekerken adı geçen bir referans haline dönüştü; geride onun boşalttığı dünya başka tanrıların kontroluna geçti…
Tevazu içindeki “insan, kültür ve doğa” ilişkisi bozuldu; kibir dolu güç sahipleri kendilerini tanrı yerine koydular ve kullarına başlarını ve kimliklerini sokacakları bir “ev” inşa ettiklerini söylediler.
Sonuç olarak, büyüyü bozan modernizmin ve “ev yapıyorum” derken toplumu hallaç pamuğu gibi atan devletlerin ortaklaşa faaliyetinden mütevellit, bugün çok fazla ev var… Ezberletilmeye çalışılan kurgu evler ve yaşanan evler arasında salınan, derme çatma hafızalar, evler ve yuvalar içinde yaşıyoruz.
Bir yandan, yeni zamanların kurgusal tek ev dayatmalarına karşı inanılmaz derecede direngen ve çoğulluğun verdiği umutla dolu; ama diğer yanda parçalanmış ve aşırı güvensiz bir dünyada ve toplumda yaşıyoruz. Ve insanlar garantisi olmayan evlerinde başkalarından nefret ediyorlar. Bu yüzden başkalarının evlerine girip, nefretlerini kusuyorlar. Bu yüzden ancak kalabalıkların yarattıkları sahte “güven” ortamında, kendilerini “güçlüymüş” gibi hissediyorlar.