Amerikalı sosyolog Richard Sennett, “Büyüme ve yenilgi” (Growth and failure) başlıklı makalesinde, dünya çapında artan üretim ve gelişme dinamiklerine rağmen, aynı zamanda milyonlarca insanın çaresizleştiğini ve fakirleştiğini anlatır. Sennett’e göre, yeni zamanlar aynı zamanda kapitalist işbölümüne bağlı olarak niceliksel bir artış ve karmaşıklaşmaya neden olurken, niteliksel bir fakirleşmeyi de beraberinde getirmektedir.
Nasıl oldu bu fakirleşme?
Geçen ayki yazımda da değinmiştim; bir kısmını tekrar edeyim…
Modern öncesi diye tabir edilen toplumlarda gelenekler ya da din, sembolik olarak bir yer / aidiyet duygusu veriyordu. İnsanların içinde yaşadığı zaman, algısı, anlamlar dünyası fiziksel mekanla da bütünleşiyordu. Bu haliyle her şey dengedeydi.
‘Yer’ aynı zamanda ‘zaman’ demekti; zaman ise yer…
Ancak, Anthony Giddens, Ulrich Beck gibi sosyologların kuramsal yaklaşımlarını ele alırsak, modern zamanlarda bu denge hali bozuldu. Sanayileşme, kapitalistleşme, rasyonelleşme, kentleşme, uluslaşma gibi birbirine eklemlenen ve birbirini destekleyip, güçlendiren dinamiklerle modern insan ‘eski’den koptu. Modern toplumla birlikte yeni bir ‘yer’ inşa oldu. Bu yer, zamandan koptu. Zaman saatle, takvimle ölçülür oldu. Kendini tekrar eden, yeniden üretimin hakim olduğu bir zaman-mekân ilişkisi yerine, sürekli değişimi içeren ‘çizgisel’ bir ilerleme fikrine teslim olduk. Zaman algımız değişirken, üzerinde ya da içinde durduğumuz ‘yer’ de değişti.
Modern umutlar ve umutsuzluğun kökeni
İşte Sennett’e göre, sanayi toplumunda, ulus-devletler ve ilerleme-kalkınma ideolojisi altında inşa edilen yurttaşların edindikleri en önemli aidiyetlerden biri yeni bir ‘yer’ sunan ‘iş’e ilişkindi. Yani modern insanlar için işyeri ya da ‘fabrika’, zamanlarının büyük bir kısmını geçirdikleri, özdeşleştikleri ve bir ‘yer’ duygusu ya da kimlik edindikleri fiziksel ve sembolik bir referans oldu.
Modern toplumlarda, geleneklerin insanının bütünlüğü bozulup yeni bir bütünlük fikri gelişti. Modern insan için de her şey anlamlı bir bütünün anlamlı parçalarıydı; kendi işi, işinde başarı ve sağlayacağı ilerleme, kazandığı maaşı, ailesi, kendi eğitimi, çocukların eğitimi, ait olduğu sınıf, sınıflar arası ilişkiler, üretim-tüketim, din ve sekülerlik ilişkisi, uzmanlara güven, memleketin yönetimi ve ilerlemesi, siyaset vb., topyekûn bir tahayyül; modern toplum tahayyülünü üretiyordu.
Kuşkusuz bu mükemmel işleyen bir bütünlük değildi. Mesela tonla işsiz vardı belki ama toplumda en azından işsizlerin bir gün iş bulabileceklerine dair, kağıt üzerinde de olsa, bir umut mevcuttu.
İşte Sennett’e göre, böylesine idealleşmiş ve mükemmel varsayımları olan bir toplumda insanların gelecek hakkında duydukları umutlar büyük ölçüde geçerliliğini yitirdi. Her şeyden önce, hayatı anlamlı kılan iş ve işle birlikte edinilen bir ‘yer’ duygusu güvenli olmaktan çıktı.
Sanayinin yapısındaki değişimler, neo-liberalizmin insanı devreden çıkaran politikaları, bir ibadet gibi çalışmayı doğallaştırmış insanları, onlara kimlik veren işyerlerinden kopardı. Çünkü kapitalizmin yeni üretim teknolojileri tecrübeli, işyerlerinde çalıştıkça ‘kalifiye’ olan işçilere değil; kullanılıp atılacak, dolayısıyla attıktan sonra da fazla tazminat ödenmeyecek işçilere ihtiyacı vardı. Neo-liberal yapılarda, işçi devrinin ritmi ve toplumsal piramidin en tepesindeki en zengin kesimin refahtan aldığı pay katlanarak arttı.
Ve ortaya garip bir durum çıktı…
Sonsuz derecede karmaşıklaşmış, sofistike, maddi olarak gelişmiş ve zenginlik üretmiş bir dünyada kıymeti kalmamış çalışanlar tatmin olamayan bir ruh haliyle ortada kaldılar. Nesilden nesile aktarılan, eğitimle ve sosyalizasyon süreçleriyle öğrendikleri ve ruhlarında barındırdıkları modern toplumun kimlik ve yer duygusunun gerçekliği kalmamış oldu…
Yani yaşadıkları gerçeklik haline asla uymayan; gözlerinin önünde dönen zengin bir dünyaya asla müdahale edemeyen bir ruh hali ve çaresizlik modern insanları, özellikle emekleriyle geçinmeye çalışan çok geniş kitleleri kuşattı.
Yeni ‘kurgular’ pazarlamak
Ayağının altından ’yer’ çekilen, boşlukta kalan insanlar yeni bir ‘yer’ peşinde, modern toplumun marjinalize ettiği kültürlerine, dinlerine, dillerine, hafızalarına dönmeye çalıştılar. Ama aynı zamanda modernitede tatmin olamayan insanların alternatif kültürel kimliklerinin yaratacağı risklere karşı, her türlü kurgusal ‘yer’ fikrini yeniden pazarlamak da kolaylaştı.
Siyasal ya da tüketime ilişkin her türlü ‘reklam’ın alabildiğine hayatımıza girdiği bir zaman diliminde, Orwell’in “1984”ünü aratmayan ‘hakikat’ ve ‘tarih’ yazımları devreye girdi.
‘Yer’ konusunda tam anlamıyla hayal kırıklığı yaşayan insanlara, tehlikeli ‘1915 hafızası’ ve anmalarına, ya da başka başarısızlık ve aşağılanma hikayelerine karşı, içinde oturulabilecek yeni trajediler, kahramanlıklar ve de onların performansları yazıldı.
Kuşkusuz, tabii ki tarih hiçbir zaman sadece olgulardan oluşan bir bilgi türü değildir. Tarih bugün içinde oturduğumuz evi oturulabilir kılmak için, sürekli yeniden yazdığımız, üzerinde sürekli farklı veri, bulgu ve yorumların karşılaştığı bir kitaptır.
İşte bu kitap, 1915’te ‘Ermeni’ kelimesi eşliğinde oluşacak alternatif hafıza ve ‘yer’ inşasına karşılık, Çanakkale, Sarıkamış gibi her biri trajedi dolu tarihler yeni ‘hatırlamalar’ olarak yeniden sunuldu. Tarihi olaylar, hafızalar birbirleriyle yarıştırılmaya başlandı.
Stalinist tarih yazımının bir örneği olarak, daha öncekilerin reel politikaları uyarınca, muhtemelen, unutulması “milli çıkarlarımıza” daha uygun görülen “Kut’ül Amare savaşı”, bugünkü Stalinist tarih yazıcılarının marifetiyle, “milli çıkarlarımız” açısından daha faydalı görülmüş olacak ki, yeniden ‘hatırlandı’. Tarihçiler, siyasetçiler, medyacılar ve reklamcılar el ele verip, “Osmanlı’nın son zaferi” reklam sloganıyla, bitmiş olan bir imparatorluğun bitmişliğine “zafer” mesajıyla “bitmemişlik” boyutu eklediler.
Olayın sadece ‘tarih’ bilgisi olarak kalmaması için, devletleşmesi için, gereken bütün ‘protokoller’ yerine getirildi. Bir zamanlar Cumhuriyet balolarında yapıldığı gibi, yerini yurdunu kaybetmiş travmatik seçkinler, bol kravatlı, bol takım elbiseli, bol lâcili protokoller ve hiyerarşiler vesilesiyle, yerini kaybeden insanlara yeni bir imaj sunuyorlar.
Kendi kendilerine teşekkür organizasyonları düzenleyerek, umudunu kaybetmiş bir dünyada, “biz ne kadar mükemmeliz!”i ve “biz herkesin umuduyuz!”u öğretiyorlar.
Yeri ve umudu tekellerine alıp, başkalarının alternatif umutlarına izin vermezken, acıklı, zavallı bir durum ortaya çıkıyor.
Bu kadar zengin, çoğul ve dolu dolu düşünebileceğimiz bir ortamda, alabildiğine eksilmiş, fakirleşmiş dil ve gösterişlerle idare ediyoruz…
İdare edemeyenler için de bol bol göz yaşartıcı gaz sunuyoruz…
Ya da ‘resmen serbest’ olan 1 Mayıs bayramında şarkı söyleyen, “eşitlik ve barış” dileklerini seslendiren sanatçıya “Biz sizin gibilerin canını korumayız!” diyebilen, hayatı bu kadar basit gören, fakirleşmiş bir ‘yeni kurgunun polisleri’ eşliğinde daha da fakirleşiyoruz…