Ece Temelkuran’ın “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” adlı kitabını aldığımda dolmuşla eve dönerken okumaya başlamıştım ve elimden bırakamadan bir solukta bitirmiştim. Onu sesli sesli tüm memlekete okumak istediğimi hatırlıyorum. Bugün tekrar okuduğumda köşe yazımı göndermekten vazgeçtim. Ne kadar okunuyoruz bilmiyorum ama bir kişi bile okusa paylaşmanın zevkine varacağım. Üstelik köşemde bu güzel cümleler boy gösterecek.
“İnsan nasıl sevmeli ülkesini?
Düğünlerde sıkılan kurşunlarla çocuklar öldüğünde mesela…
Bir grup insan toplanıp üç-beş genci düşüncelerini açıkladıkları için linç etmeye kalktığında…
…
Kadınlar sokaklarda sezonu açılmış av hayvanları gibi ürkek yürüdüklerinde, tecavüze uğradıklarında, katledildiklerinde…
…
Bir cümleyi doğru kurmaktan aciz olacak kadar dilini bilmeyen cahiller söylediğiniz sözlerden dolayı sizi vatan haini olmakla suçlayıp ardından ölüm tehditleri savurduğunda…”
Ece Temelkuran’ın yukarıda yazdıklarına bugün şunları da eklemek sanırım yanlış olmazdı:
Mülteci kamplarında çocuklar satıldığında…
Aileden sorumlu devlet bakanı tecavüze uğrayan çocukları değil, ENSAR vakfını savunduğunda…
Hakkari’nin Çukurca ilçesinin bir köyünde “operasyon sonrası” harabe olmuş evlerine dönen çocukların yürek parçalayan ağıtlarını izlediğimizde…
%49.5 oy almış bir başbakanın görevden alındığında ki içler acısı durumunu gördüğümüzde…
Karısını döven adamın “Cumhur Başkanına hakaret etmişti, dayanamadım” diyerek kendini kurtarmaya çalıştığında…
Her üç çocuktan birinin gece yatağa aç girdiğini öğrendiğimizde…
Dişiyle tırnağıyla yıllarını verdiği partisi içinde tutunmayı başaran, meclis başkan vekilliği döneminde; izleyen herkesin sempatisini kazanmış, renkli esprili bir o kadar da güçlü duruşuyla, maskesizliğiyle kendini bu günlere taşımış bir kadın. Kendilerine rakip olacağını fark eden yol arkadaşları tarafından paralelci ya da PKK’lı diye yaftalandığında…
“İnsan nasıl sevmeli ülkesini, o ülkeyi sevmek zorlaştığında?..
Kederli bir mecburiyettir bir insanın ülkesini sevmesi. Belki bunca haksızlık edilmiş bir halka, “bir de ben haksızlık etmeyeyim,” diyedir. Ya da çok dayak yediği için arsızlaşmış, hissizleşmiş bir çocuğa duyduğumuz merhametle seviyoruz bu ülkeyi. Dünyada başka bir yer görmeden bile, bunca tuhaflığın başka hiçbir yerde olmayacağına kesinkes inanmamız, çürük bir gülüşle hep bunu tekrar etmemiz bundandır herhalde; ancak garip ve anlaşılmaz bularak affedebiliyoruz bu toprakları, bu toprakların durmadan yorulmadan her gün bize gösterdiklerini.
…
Bu ülkenin derhal ve hızla sevilmeye ihtiyacı var. Bu halkın, derhal ve hızla kendi kendini sevmesi, kendini bilmesi gerekir. Çünkü bu ülke, evde bulgur kaynatırken dolar kuru kovalayan adamlardan, televizyonda yaratılan mafya tiplerine benzemeye çalışan genç çocuklardan, işyerlerinde, koydukları seccadelerle vicdanlı olduğunu gösterip kurnaz tüccarlık yapan “Müslüman iş adamlarından”,ülkesini sevdiğini söyleyip genç çocukların üzerine çullanan milliyetçilerden, kadınlarını çok sevdiğini söyleyip öldüren adamlardan ibaret değildir. Bütün bu boz bulanık kalabalık içinde bir şeyin uykuya yatmış olması, uyandırılmayı bekliyor olması gerekir.
Bir memleketin yoksullarının birbirlerini değil, onları yoksul ve bileylenmiş kılan düzeni dişlemeleri nasıl sağlanır? Bir ülke, bütün bunları yapacak güce sahip olduğuna nasıl inandırılır? Bir halk nasıl ikna edilebilir hayatı değiştirebileceğine ve her şeyin çok güzel olacağına?”