Köy yemyeşil bir deniz gibiydi. Mayıs ayının sonlarıydı. Bahar tüm gücüyle yeni hayat için topraktan fışkırmış, her yeri derya misali yeşile bezemişti. Ekinler başağa durmuş, orak işleri henüz başlamamış, iş-güç yok denilecek kadar azdı.
Yaşlılar, orta yaştakiler köy meydanında toplanmış, Pekpolat Hamit’in bahçe duvarından Paba Ahmet Usta’nın duvarına değin sıralanmış, sırtlarını duvara vermişler, kendi aralarında ekinlerin, arpaların, mısırların bu seneki verimlerinin nasıl olacağını konuşup duruyorlardı.
İçlerinden birisi; “ Bir araba geliyor, galiba yaylı” dedi.
Önce inanmadılar, sesler kesildi, herkes bir ses duyabilmek için kulak kabarttı. Az sonra içlerinden birisi; “ Bu yabancı bir araba, pek alışıldık bir sesi yok” dedi.
Arabaların sesleri konusunda uzmanlaşmış olanlar daha dikkatli dinlemeye koyuldular. Azın Tahir yıllarca arabacılık yapmış, bu konuda hayli tecrübeliydi. Biraz dinledikten sonra; “Bu kesin yaylı, zil sesleri ona benziyor, bu at arabası sesi değil” dedi.
Duvar boyunca sıralanmış adamlar, birbirlerine tahminlerini anlatamaya koyuldular.
Azın Tahir kendinden emin bir ses tonuyla: “Boşuna telaşlanmayın, az sonra Lokhalar’ın köşesinden görünür” dedi.
Kalabalıktan birkaç kişi ona takıldılar: “Sen de başımıza zil sesi ustası kesildin” dediler.
Tahir: “Bekleyin bir dakika, Halep’i de arşını da görürsünüz” dedi.
Dediği gibi de oldu. Henüz bir dakika dolmadan Lokhalar’ın köşesinde doru atların çektiği, yepyeni, buralardan olmadığı ilk bakışta anlaşılan, bir yaylı payton hiç acele etmeksizin bulundukları yere doğru geliyordu.
Kalabalıktan biri merakla sordu: “Nereye gidiyor bu?”
“Öğreniriz birazdan” dedi bir diğeri.
Bir diğeri: “Bizim köye mi, yoksa başka bir köye mi gelmiş acaba?” dedi.
Onlar kendi aralarında konuşurlarken payton geldi, önlerinden geçerken kullanan şahıs selam verdi. Köylüler selama karşılık verdiler. Payton uzaklaşırken, ardında iki atlı refakatçının bulunduğunu köylüler ancak fark etti. Atlılar da selam verip yollarına devam ettiler.
“Gideceği yeri biliyor” dedi içlerinden biri.
Uzaklaşan paytonun zil sesi tatlı tatlı kulaklarını okşamaya devam ediyordu.
Jiy’a Talip’in evini geçtiğini, dereyi aştığını, Jiy’a Kiza’nın pınarına vardığını zil seslerinden takip ettiler. Zil seslerinin kesilmesinden, pınardan su içtiklerini tahmin ediyorlardı. Tahminleri doğruydu. Biraz sonra zil sesleri yeniden duyulmaya başladı.
“Şimdi yokuşu tırmanıyor” dediler.
Kalabalık kendi aralarındaki muhabbeti bırakmış, bütün ilgilerini paytona, misafirlerin kim olduğuna, kime geldiğine yoğunlaştırmışlardı. Az önce konuştukları buğdayı, arpayı, mısırı ve köyle ilgili her şeyi adeta silip atmışlardı.
Kalabalık merak içindeydi, payton köyden çıkacak başka bir köye mi gidecekti, yoksa bu köyde mi kalacaktı?
Merakları fazla sürmedi, zil sesinin kesildiğini, bir kapının çalındığını uzaktan zor da olsa duydular.
“Bizim köye gelmiş” dediler.
Ertesi gün bütün köy haberdardı.
Misafirler Zorum Gaziler’e gelmişti. Gelen Zorum Mecid’in kızı Şaziye hanım idi. Yanında da bir paşanın kız kardeşi vardı.
Günler bir birini kovalar, misafir ve ev sahipleri hasretliklerini giderirler. Sıra onları köy olarak ağırlamaya gelir. Ee, Çerkes köyüne bir misafir gelir de düğün dernek kurulmaz mı?
Tam’ın (Hurdaz Köyü) kızları, delikanlıları Zorumlar’ın evleri ile evin arkasında bulunan ormanlık alan arasında kalan, çimenle kaplı düz arazide düğün için toplanırlar. Gençler sevinçlidir. Bu boş günlerde kendilerine bir eğlence çıkmıştır. Hem kendileri eğlenir, hem misafirlerini eğlendirirler.
Misafirler İstanbul’dan gelmişler. Zorum Mecid’in kızı Şaziye İstanbul’da gelindir. Gelirken yanında bir paşanın kız kardeşini de getirmiştir. Dolayısı ile köy için önemli misafirlerdir. Ağırlamak da o derece önemlidir. Bütün köy Zorumlar’la birlikte, misafirleri ağırlamak için ellerinden gelen gayreti ve özeni gösterirler.
Sonra köyde bir söylenti dolaşmaya başlar. Paşa’nın kız kardeşi Karden İsa’nın kızını beğenmiş, ona söz kesmişler.
Günü gelince misafirler, geldikleri gibi paytonlarına atlayıp İstanbul yolunu tutarlar.
Karden İsa’nın kızı yedi yıl sözlü kalmış. Sonra alıp onu İstanbul’a götürmüşler, orada da iki yıl saray eğitimi almış, sonra nişanlanıp evlenmiş Paşa ile.
Bu olayı bana anneannem Pegbılat Emine anlatmıştı. Kendisi o zaman henüz yedi-sekiz yaşlarında imiş. Düğünü seyretmiş, misafirleri görmüş.
Ne Karden İsa’nın kızının adını hatırlıyordu, ne de hangi paşaya gelin gittiğini biliyordu.
Benim çocuk hafızamda bu anlatı takılıp kaldı. Kimdi bu kız, Paşa kimdi, Zorumlar’ın kızı Şaziye kimin geliniydi?
Yıllarca hep merak ettim durdum.
Bundan birkaç sene önce köyden kuzen Metin aradı;
“Abi, köye Cem Mahruki isminde birisi geldi. Şu meşhur Dağcı Nasuh Mahruki’nin babasıymış. Karden İsalar’ı sordu. Evlerini, cami avlusundaki mezar yerlerini aradı. Biz bilebildiğimiz kadarını anlattık. Daha fazla bilgiyi senden alabileceğini söyledim, senin adını verdim, bilgin olsun.”
Bilinmezlik kapısı aralanıyor muydu?
(Devam edecek)