AB bitti mi, bitiyor mu? Bazıları acayip eğleniyor bu soru eşliğinde… Yani zaten olmayacak bir dua veya emperyalist bir işbirliği ya da Hıristiyan Batı’nın bir canavarı olarak görülen AB’nin İngiltere’nin ayrılacak olmasından ötürü derin bir kriz yaşıyor olmasından büyük memnuniyet duyuyorlar. Tabii ki, Türkiye’de AB’ye olumlu bakanların ruh halinin “çok kötü olabileceğine” de inandıkları, hatta adları gibi emin oldukları için, çok seviniyorlar.
Neyse, onlar eğlenmeye devam etsinler. Ne AB konusunda olumlu düşünenlerin hepsi “eğer AB’ye giremezsek ölürüz, mahvoluruz” diye düşünüyor; ne de AB’nin mutlak bir model olduğunu düşünüyorlar.
AB, kuşkusuz her şeyden önce “modern” Batı Avrupa’nın kapitalist sanayi yapısının ve bu yapının değişimine bağlı olarak evrilen bir örgütlenmeydi. İlk zamanlarında ulus-devletler vasıtasıyla örgütlenen (ya da ulus-devletleri üreten) kapitalizmin yeni dönemde uluslararası ya da sınırlarötesi örgütlenmesine denk gelen bir yapılanmaydı.
Ama hiçbir toplumsal yapıda olamayacağı gibi, AB’yi de sadece “kapitalizmin hesapları” olarak okumak mümkün değil. Çünkü egemen aktörler, burjuvalar, devletler vb., kendi geleceklerini garantiye almak, kârlarını maksimize etmek için ne kadar hesap yaparlarsa yapsınlar, muhatap oldukları kitlelerin bu hesaplara verecekleri tepkiler, cevaplar ve bizzat yürütülen politikaları yorumlayarak değiştirme, çarpıtma ve hatta faydalanarak, kendi lehlerine çevirme potansiyelleri mevcuttur.
Bunun tersi de doğrudur; yani siz bugün devrim yaptığınızı zannedersiniz; ama sizin devriminizi devlet, maske değiştirmiş egemenler vb. pekala kendi çıkarlarına göre yontabilirler.
AB de bir tarafıyla ne kadar kapitalistlerin ve onların teknokratlarının “birliği” olsa da, diğer yandan toplumların, “toplumsal” taleplerin mücadele alanıdır.
AB: Yeni bir vatandaşlık
Yani AB ulus-devlet gibidir. Ulus-devlet ne kadar burjuvaların ulus-devleti ise, o devletin vatandaşlarının da mücadele ettiği, haklarını ve özgürlüklerini genişletmeye çalıştığı bir “zemin”dir.
AB üzerine düşünmeyi bir katman daha derinleştirirsek, bana göre, bu birliğin insanların geleceği için vadettiği en önemli rüyalardan biri, farklı milliyetler içine hapsolmuş insanların birbirleriyle konuşma imkanlarının artmasıydı. Sınırları ortadan kaldırarak konuşmaya başlayan insanların kuracağı yurttaşlığın da dar kalıplı, hamasete dayalı ulus-devletin yurttaşlığından farklı olacağı açıktı.
AB ile birlikte, mesela, bugün Avrupa’da yaşayan Türklerin, Arapların, Müslümanların, Slavların, söz konusu kıtanın “asli unsuru” olarak ezberlenen Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar ya da Hıristiyanlarla birlikte yeni bir “kültürlerarası” yurttaşlığı inşa edebilme potansiyelleri doğuyordu.
Ama, gene bana göre, AB’nin kendi içindeki potansiyellerin ötesinde, özellikle Türkiye’nin AB’ye girmesi “Medeniyetler savaşı”, “kimlikler savaşı”, “Doğu-Batı ikiliği” gibi, sembolik ve fiziksel savaşlara karşı çok güçlü bir duygusal aşma sağlayacaktı.
AB’nin bu potansiyeli, muhtemelen İngiltere’nin ayrılmasıyla önemli bir darbe aldı ve AB’yi bir arada tutan duygusal angajmanı önemli ölçüde yıprattı; ancak gene de bu gelişme AB’nin hemen sona ermesi anlamına gelmeyecek.
Fakat İngiltere referandumu vesilesiyle daha başka bir okuma daha yapabiliriz.
İngiltere: Bir semptom
Çünkü İngiltere’nin ayrılması sadece Avrupa’ya ilişkin bir gelişme değil; alınan bu karar aslında doğudan batıya, kuzeyden güneye, gezegenimizi saran içe kapanma ve korku hallerinin sadece bir semptomunu andırıyor.
Muhtemelen hem korkuyu, hem de aynı zamanda korkuya esir olunması halinde içine düşülecek çok daha beter durumlar karşısında acilen harekete geçilmesini arzulayanları görünür kılıyor.
Tam da referandumdan sonra tekrar oylama yapılmasını isteyen milyonlarca imza sahibinin duygusunu başka türlü yorumlamak mümkün mü?
Bir zamanlar, Fransa’nın Maastricht anlaşmasına yüzde 49’a karşılık, 51’lik bir oranla evet demesi gibi, bugün İngiltere’de yüzde 52 karşısında, “ayrılmayalım” diyen yüzde 48’lik bir başka kesimin bulunması “ayrılmak” denilen kararın ne kadar zor bir karar olduğunu ve aslında hem toplumun ne kadar bölündüğünü, hem de “ayrılmak” ve “ayrılmamak” kararlarının aslında ne kadar içiçe olduğunu gösteriyor. Ya da kendi başlarına, Birleşik Krallık’tan ayrılma fikrinin en güçlü olduğu İskoçya’da “ayrılmama” taraftarlarının en yüksek orana ulaşması meselenin hiç de basit olmadığını gösteriyor.
Alternatifleriyle birlikte var olduğunu aklımızda tutarak, işte bu korku hali, bugün artık çok daha bariz.
Çok korktukları için çok kahraman olanlar
Hindistan’ın Gujarat eyaletinde, 2001’de Müslümanlara karşı girişilen korkunç katliam sırasında, eyaletin valisi olan Marendra Modi bugün Hindistan’ın başındaki milliyetçi bir lider. Gerçi başka ülkelerdeki ilahlaşmış liderler kadar, her türlü denetimden kopuk bir görüntü çizmese de (çünkü Hindistan’da hâlâ kurumlar çalışıyor anlaşılan), içeride ve dışarıda korkulardan beslenerek düşmanlar yaratmak, dini hassasiyetleri kullanmak ve “güçlü” olmak için her şeyi yapmak konusunda da başkalarına çok benziyor.
Amerika’da yükselen lider Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump, özellikle kullandığı İslamofobik ve diğer söylemleriyle adeta karikatür gibi bir adam olmasına rağmen, peşindeki milyonlarca insanın korkularına tekabül ediyor ve onların en derin duygularına hitabediyor.
Polonya cumhurbaşkanı Andrzej Duda da bizzat Avrupa’nın ortasında güvensizlik söylemleriyle, güvensizlik yaratan bir lider.
Kabaca benzer eğilimleri İtalya’da da, İsrail’de de, Türkiye’de de görmek hiç zor değil. İçinde bulunduğumuz dönemde, sosyal adaleti bir kenara bıraktıran, modern zamanlar boyunca örselenen kimliklerin postmodern patlamasından henüz bir türlü çıkmadığımız gibi, tam tersine patlamasına şahit oluyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki, modern toplumların önemli bir evrim noktasında bulunuyoruz. Bütün coğrafyalarda, insanlar şimdiye kadar bir cephede yaşadıkları “gelişme”ye karşı, başka bir tarafta, adeta modernliğin tornası altında “yabancılaşmalarına” karşı verdiği çarpılmış cevaplara şahit oluyoruz. Belki de bütün ömürleri boyunca aşağılanan insanların sağa sola savrula savrula, çıkış yolu aramalarına şahit oluyoruz.
Ve tabii ki, işin en kötü tarafı, bu türden yıpranmışlıkların arkasından, başkalarına karşı olan tutum ve davranışlarına bakıldığında, iktidarı ele geçirdiklerinde, insanların neler yapabileceklerini kestirmek pek zor değil.
Dediğim gibi, bizim memleket de bu yeni durumdan bağımsız değil…
Hem korkularıyla, hem de korkuların hemen yanı başında duran umudu besleyen duygularla…
Mesela, “İsrail ve Rusya’yla görüşen hainler” söylemlerinden sonra, Rusya ve İsrail’le aslında aramızda bir sorun olmadığını söyleyen Cumhurbaşkanımızın sarfettiği şu cümle harika değil mi?
“Türkiye dostlarına güven sağlayan bir ülke olduğunu her zaman göstermiştir. Bu yakın komşumuzla da olan münasebetleri, özellikle stratejik düzeyde attığımız adımları geliştirmenin gayretine inanıyorum.”
Gerçekten çok güzel sözler bunlar!
Şimdi Türkiye, eğer, komşularının yanısıra, topraklarında yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkese de gerçekten güven veren bir ülke olursa harika olacak demektir!