Daha önce de burada ve başka yerlerde ulus-devletin tahribatını dert edinen yazılar yazmıştım. Bu yazı da aynı minvalde olacak; ama belki de en somut cephesinden… Yani yediğimiz ekmek, içtiğimiz su, ektiğimiz buğday, domates, yetiştirdiğimiz hayvan, hayvandan aldığımız süt, ürettiğimiz peynir cephesinden…
Genellikle “efendim, nerede o eski ekmekler!”, “domateslerin eski kokusu yok” minvalinde arada sırada dertlensek de, genellikle modernitenin, kapitalist üretim ve piyasa ilişkilerinin sunduğu ideolojik argüman ya da gerekçeler karşısında “domatesin tadı” nostaljimizi bir kenara bırakmak zorunda hissederiz kendimizi.
Çünkü bu üretim ve tüketim etrafında örgütlenen modern-kapitalist insan toplumlarının, daha doğrusu bu toplumlardaki güç ilişkilerinin argümanları çok güçlüdür…
Bu argümanların en önemlisine göre, nüfusun ayakta kalması, yani bu büyük kitlelerin beslenebilmesi için tarımda sanayileşmeden başka alternatif yoktur. Bu alternatifsizlik zihniyetine göre, yetiştirilecek bitkinin tohumu, “mecburen” en verimli GDO’lu tohum olacak, çok ve sorunsuz ürün elde etmek için “mecburen” suni gübre ve kimyasal ilaç kullanılacaktır.
Zaten güç sahiplerinin yapıp ettiklerinin hiçbir zaman alternatifi yoktur. Tabii onlara göre…
Kentlerde yükselen gökdelenler konusunda da “alternatif olmadığı” gibi… Çünkü hazırda bekleyen argümana göre, “İstanbul (ya da New York ya da İzmir, fark etmez…) milyonlarca insanın yaşadığı ve milyonlarca insanın hâlâ akın ettiği bir şehirdir; bu şehirde insanları yaşatabilmek için yüksek binalar yapmak zorundayız”dır…
Bu akıl yürütme sırasında, tabii ki, “Askeri alanları hemen verin bir sürü konut dikivereyim” diyen betoncuların “küçük kârları”ndan bahsedilmez… Gayet güzel pazarlanan bu argümanda birilerinin bu işten nasıl palazlandığı söz konusu edilmez… Onlar “sadece işlerini yapıyorlardır” ve hatta “vatana ve millete hizmet etmek için yarış etmektedirler”…
Konuştuğumuz dil, oturduğumuz ev
Üç aşağı beş yukarı modernlik, kapitalizm ve onun bir türevi, aynı zamanda kapitalizmin yeniden üretiminde en temel aygıtlardan biri olan ulus-devlet altında yaşayan bütün toplumlarda benzer bir süreç işledi. Bu yapının güçlü sınıflarının çıkarları, türlü çeşitli taklalar atlatarak, cilâlanarak tüm toplumun, “ulusun” çıkarları olarak sosyalize oldu. “İlerlemenin gerekleri”, “zamanın şartları”, “rasyonel örgütlenme” gibi süslü argümanlar bu sosyalizasyonu sağladı.
Dolayısıyla, ulusun oturduğu bütün toprak parçası üzerinde “tek dil”e geçilip, diğer diller “irrasyonel”, “lüzumsuz”, “ama zaten azınlık”, “ama zaten onlar yok ki” vb. gerekçelerle bastırıldı.
Dil bastırılırken, evler de yıkıldı… Tek tür evlere geçtik. Osmanlı evleri, Ermeni evleri, Rum evleri, Arap evleri, soğuk iklimin evleri, sıcak iklimlerin evleri, ne varsa hepsi, yerlerini beton binalara bıraktı. Rasyonel üretim, gereklilikler, kolaylıklar adına…
Bir iki yerde müzelik evler kaldı… Tarihi, doğal çevreyle uyumlu evler nostaljik bir turizmin konusu oldu… Fener-Balat evleri, Odunpazarı evleri, Safranbolu evleri, Cumalıkızık evleri atalarımızın ne kadar ince ruhlu ve sanatkâr ruhlu olduğunu anlatan “ev teması” olarak pazarlandı. Oturmak için değil, bakmak için…
Bir felsefe olarak toprak
İşte toprak ve tarım da benzer bir kaderi paylaştı.
Hani bir karışını vermemek için canımızı vereceğimizi iddia ettiğimiz toprak, en büyük ihaneti yaptığımız bir kıymetimiz oldu.
Yıllardır süren “milletin efendisi” söylemleri arkasında, köy ve köylüyü “modernlik” adına aşağılama pratiklerine kırsal talan eklendi. Bir yandan, en temel ihtiyaç maddelerini hep sağlamak zorunda olacağımız, öte yandan kapitalist yaşam ezberlerine karşı gerçekten alternatif bir düşüncenin maddi temellerini taşıyan köylere, en sonunda “Büyükşehir yasaları” çıkararak ve kenti köye taşıyarak bir darbe daha vuruldu.
Modern memleketlerin kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına merkezi devletler ne üretileceğine, nasıl üretileceğine karar verdiler. Köylünün yerli tohumları elinden çıkarılması sağlandı; dışa bağımlı GDO’lu tohumlar dayatıldı. Mısır GDO ve hormon konusunda birinciliği kimselere kaptırmadı. Manisa ovasında da, Yalova’da da aynı domates çıkmaya başladı. Kokusuz ve hormonlu…
Yüzbinlerce kilometrekarelik toprakların sonsuz çeşitliliği sona erdi. Tokat yaprağı, Bursa şeftalisi, Kırkağaç kavunu diyerek her bölgenin “dilini” konuşan ürünler şimdi sadece bir pazarlama taktik ve tekniği…
Ama ne acıdır ki, maddi hayat şartları yeterli olanlar, yani küçük bir azınlık organik tarımdan beslenirken, geniş kitleler sanayi mamulüolan gıda ürünlerine talim etti… Ucuz ve hormonlu…
Kapitalizmin çıkarlarını, “başka alternatifimiz yok” argümanı altında içimize alırken, dilimizi, evimizi, kırsalımızı kaybettik.
İşte bugün bütün dünyada “farklılıklarımızı koruyalım” söylemlerinin gerçekten içini doldurmak için, “reel siyaset”in koridorlarına dalmadan, atılacak çok adım var.
Ve bu adımları bizzat memleketin dört bir yanından köylüler atıyor.
Kars’ta, Düzce’de, Antakya’da, Ankara’da ve daha pek çok ilin kırsal bölgelerinde köylüler -küçük örnekler olmasına rağmen- dernekler, kooperatifler vasıtasıyla topraklarını, ürünlerini, eskiden olduğu gibi kokan domateslerini korumak için inanılmaz bir çaba gösteriyorlar. Yerel tohumlar korunmaya, yeniden üretilmeye çalışılıyor. Doğa sadece lafta değil; gerçekten saygı duyulan ve eşitlik ilişkisi içinde kabul edilen bir muhatap haline geliyor.
Bu köylüler, yok olmakta olanı tutmak için en büyük saygıyı hakkeden bir direnç sergilerken, bir yaşam tarzı, bir felsefe, yepyeni bir bağlamda adeta küllerinden doğuyor…
Darısı memleketin dört bir bucağına…