Hani her mesleğin, her mahallenin, her köy kahvesinin, cami avlusunun, hatta bazen her şehrin ve hatta her üniversitenin hakim bir görüşü vardır. Hepsinde farklı içerikler ve reçeteler olsa da, genel olarak, “memleketin esas meselesi şudur; benim elimde yetki olsa, şöyle şöyle yapar, her şeyi çözerdim!” minvalinde açıklamalar yapılır. Bazı abilerin ya da kanaat önderlerinin sözü daha ağırlıklıdır; onların görüşü mahallenin ya da kahvenin “resmi görüşü” olarak bir kenara not edilir. Etraflarında onların dışında pek söz söylemeye cesaret eden de zor bulunur.
Köy kahvesini, ya da mahalle bakkalını bir kenara bırakalım; oralarda fikirler mütevazı bir hayatın içinde tecrübelerle, deneme yanılma yoluyla, heyecanlar ve korkular eşliğinde şekillenir; oralarda da insanların sözleri ve fikirleri tabii ki “bu dünyaları ben yarattım” havasında çeşitli düzeyde ukalalıklar taşır. Ancak oralarda “fikir tartışmaları” insanların hayatlarının merkezi faaliyeti değildir; namaz öncesi ya da çıkışında; bakkalda alışveriş yaparken, kahvede okey çevirirken, kesintili bir biçimde, geçim derdi, çoluk çocuğun okulları, düğün masrafları, otomobilin taksitleri gibi mevzuların arasına girer…
Fikir ve kibir
Ama sözle, yazıyla, bilimle, ilimle iştigal eden cemaatler için durum farklıdır. Bu cemaatler içinde, mesela üniversitelerde çalışıp, “profesör”, “doçent” ya da gazetelerde yazıp, televizyonlara çıkıp, “entelektüel”, “aydın”, “hoca”, “araştırmacı-yazar” gibi ünvanlara sahip olan insanlar için durum aynı değildir. Bu insanların çoğu, neredeyse hayatlarını yaptıkları bu işten kazanırlar. Ya da fikir, düşünce, bilim vb. gibi ürettikleri “işler” nedeniyle onlara para verilir. Bu “profesyonel” ilişki, toplum içinde onlara özel bir konum tahsis eder. Bakkaldan “bakkal” olarak davranması beklenirken, bu fikir ve düşünce erbabından da uzmanlığına uygun davranması beklenir. Tam da bu nedenle, genel olarak toplumsal hiyerarşide “bilgi”ye atfedilen (sözde ya da gerçek) önem sayesinde bu cemaat kıymet kazanır. Onlar “zaten bu işle uğraştıkları için” fikirleri de doğal olarak (en azından görüntüde) “kıymet” kazanır.
İşte toplum tarafından inşa edilen bu önem, fikir erbabı için muhteşem bir iktidar ya da güç imkanı sağlar. “Hocam, ne olacak bu memleketin hali?” sorusu onlara sorulur… Aynı, bir doktorla karşılaşıldığında, “rutubetli havalarda eklemlerim ağrıyor; neyim var acaba?” sorusunun yöneltilmesi gibi…
Bu güç sayesinde, erbabın kimisi kendisinin siyasette de “faydalı” olacağını hisseder, “memlekete hizmet etmek için her türlü fedakarlığı göze alıp”, milletvekili adayı olmaya soyunur. Kimisi bürokrasinin, rektörlüğün, gazete yöneticiliğinin, şirketlerin basamaklarını tırmanmaya çalışır. Kimisi, kendisinden beklenen “aydınlatma” görevini geri çevirmeyip, fikirlerini her ortamda sergiler. Kimisi de burnundan kıl aldırmaz; popüler dünyanın sıradanlığına karışmamak için, kendi korunaklı tapınağından sadece ilim-bilim cemaatine doğru ışığını yollar.
Bu durum, erbabın önemli bir kesimine inanılmaz bir kibir sağlar. Az ya da çok, okudukları kitaplar, yaptıkları araştırmalar onlara belli konularda gerçeği, sadece gerçeği, hatta hakikati keşfettikleri duygusunu verir. Bu erbap, sahip olduğu güç sayesinde, cami avlusuna, köy kahvesine kıyasla, kendini daha da çok hakikatin temsilcisi gibi görür.
Erbabın akademik cenahının her bir ferdi kendi bilgi türünü “tek” bilgi türü zannedip, her toplumsal meseleyi kendi çekiciyle çakılacak bir çivi gibi görür. Sosyalist propagandaya ikna olmayan köylüyü “teoriye uymuyor!” diye suçlayan 70’lerin devrimcisine benzer şekilde, kendisini “liberal” hatta “liberalizmin piri” olarak gören siyaset bilimci, başka bir teori bilmediği, mesela sosyoloji hakkında pek fikri olmadığı için, sosyal hareketleri “kurallara, usule uymamakla” suçlar.
Güçle makbul olmak
Ama bu erbabın var olduğu alan bir güç ilişkileri alanıdır. Batıcı, doğucu, yerlici, ulusalcı, evrenselci, makrocu, mikrocu, sağcı, solcu, islamcı, Weber’ci, Marx’çı, İstanbul ilâhiyatçı, Ankara ilâhiyatçı ve daha bilumum ekolden insanların cemaatin bütünü içinde ya da küçük alt gruplarda yaptıkları üretim bir mücadele biçimini alır. Bu vesileyle genel ya da küçük cemaatlerde “hâkim” görüşler ortaya çıkar. Rektörün, bürokrasinin, bir partinin veya bir toplumsal hareketin, kültürel cemaatin ya da sınıfın verdiği destek, “zihinsel faaliyetin” taşıdığı önemin ötesinde, söz konusu görüşü “hâkim” kılar. Yani zamanın havası, siyasal güç ilişkileri fikir ve görüşleri vezir de eder, rezil de… Bu vesileyle söz konusu erbap içinde daha güçlü olanlar, kolayca, kendi görüş, fikir ve kanaatlerinin en doğru olduğunu zanneder…
Zanneder… Ve bu “zannın” farkında bile olmaz. Hele kifayetsizlik ve ihtirasın birleşmiş olduğu durumlarda, onun gibi zannetmeyenlere karşı yönelen aşağılama sınır tanımaz. Güçsüz olanlar, güçlü olanların söylediklerini bir tür “resmi görüş” gibi kabul etmek zorunda kalırlar. İnanmasalar bile, -aynı mahalle kahvesinde olduğu gibi- mahalleden soyutlanmamak için, resmi görüşün ezberlerini tekrarlamak, taklit etmek zorunda kalırlar.
İşte yaşadığımız günler, resmi görüşün serencamı hakkında çok aydınlatıcı ipuçları sunuyor. Bir zamanlar sözün iktidarına sahip olanlar, resmi görüşü temsil edenler seküler, batıcı, Kemalist bir zümreydi; şimdi bu değişti… Şimdi artık sıra devlet ve iktidar etrafında şekillenen “milliyetçi-muhafazakar” bir kesimde… Şimdi onlar akademide, medyada, kamuoyunda diğerlerini “terörize” ediyor…
Hatta öyle ki, aydın, entel, hoca versiyonlarının ötesinde, sosyal medya cenahında adeta “sokak kabadayıları” sözü ele geçirdi. Bulundukları köşelerden, başlarına hukuki hiçbir dert gelmeyeceğini bilerek ve kendilerini koruyamayacak, cevap veremeyecek olan insanlara salvo atışı yapıyorlar; “Alçaklar! Hainler!” diyerek…
Kuşkusuz, bu kavga gürültü arasında, geçmişten bu yana, hiç değişmeyen bir takım ezberler de var. Mesela yerelliği aşağılayan; modern-kapitalist ekonomi politikalarının, sanayi ve tarım politikalarının “gerekliliği” konusunda asla soru sormayan, soru soranlara tahammül edemeyen resmi görüş ezberleri bunlar…
Yalan üzerine, propaganda üzerine, milliyetçi hamasetler üzerine kurulu ezberler…
“Yerliliği” işine geldiği zaman baş tacı eden, işine geldiği zaman, tarımda “yerli tohum” kullanımını piyasanın kurallarına feda eden; güçlü ekonomik çevrelerin çıkarlarını “rasyonelliğin gerekleri” olarak anlatarak, aslında ideolojik kampanya yapan bir “resmi görüş” bu…
Erbabın daha önceki versiyonlarında da görüldüğü gibi, ortaya Suriye, din, laiklik, kalkınma, Kürt sorunu, barış, savaş ya da Lozan üzerine iddialar atıp, arkasından bu iddialar dışında alternatif bir şeyler mırıldanmaya çalışanları aşağılayan bir “total hakikat kontrolü” bu…
Doktor, mühendis, hukukçu… sosyolog?
Türkiye kurulduğundan beri benzer bir yaklaşım, gücü ele geçirilenlerce dayatılıyor. Kalkınmacı, yarışçı, güce tapan, herkesi aynı kalıba sokmaya çalışan bir zihniyet uyarınca, “makbul” olan bir takım mesleklerin yöntemleri toplum inşasına da teşmil ediliyor.
Toplumu cerrah gibi kesip biçen, mühendis gibi ölçüp diken, hukukçu gibi “suçlu-suçsuz” diye ayıran bir zihniyet karşısında, biraz olsun sosyolojinin sorularını sormaya, kendi küçük alanlarımızdan makro meselelere kadar, mahalle kahvesinden akademiye kadar “resmi görüşlerin” ötesinde sosyolojik düşünmeye ihtiyacımız var…
Hayatlarımızın aslında çok daha fazla içiçe olduğunun biraz olsun farkına varmak için…