1914-1915’li yıllar bu coğrafyada yaşayanlar için kıran yıllardı. Bir çığ gibi nesilleri silip süpürmüş, nice ocakları söndürmüştü…
Pastacı Aysa, Çiken Kurtça, Pegbılat Ahmet Nazım, Jiya Bayram, Jiya Gıdış, Koca Süleyman, Pegbılat İsmail, Papa Habib ismi bizelere ulaşabilenlerdi. Haytta kalabilenleri, yaşı yetmişin üzerinde olanlar azçok görmüş, tanımışlardı.
Jiya Bayram, ki amcam olur, Osmanlı-Rus savaşında doğu cephesinde şehit düşmüş.
Pegbılat A. Nazım, annemin dayısıydı. Anneanem, o günlere şahit olup dönenlerin söylediklerine dayanarak, Ruslarla, Erzurum cephesinde, en önde, koları sıvalı bir şekilde savaşırken şehit düştüğünü, abisi aklına geldikçe, hüzünlenerek anlatırdı.
Koca Süleyman ki annemin babası, Pegbılat İsmail -ki o da annemin dayısı- ile askeri okulun son sınıfındayken alınıp Erzurum’da Rusların bulunduğu cepheye gönderilmişler; Bir nevi, o dönemde çokça övünülen “çocuk askerler”olmuşlar!
Daha kimler vardı bu yok oluş kervanında bilemiyoruz. Tesadüfen, yaşlıların uygun zamanlarında, akılarına geliverince, ancak hatırlayabildiklerini veya hatırlamak istediklerini, anlatıverdiklerini yakalayabildik veya onlardan duyanların akılarında kalan zerreciklerden öğrenebildik.
Bazıları dönebilse de çoğunluk kaldı. Ne isimleri kaldı, ne de hatırlayanları. Bilinmezliğin izsizliğinde yok olup gidiverdiler.
Habib de onlardan biriydi.
Habib, Papa Dak Osman ile Jiya Hatat’ın kızı Dışe’nin tek çocuğuydu. Jiya Bayram ile kuzen, dayı hala çocukları oluyorlardı.
Ben çocukluğumda sonlarına yetişmiştim; Havza’da daha motorlu araçlar yoktu. Halk tüm nakliye ihtiyacını at, öküz, manda arabalarıyla görürdü. Tren istasyonunda faytonlar sıra sıra diziliydi. Onlar, trenden inen yolcuları ya evlerine, yada misafir olarak gelenleri, yukarı çarşıda, kaplıcaların bulunduğu mahalledeki otellere naklederlerdi. Tekerlekleri, atları süslü süslü, pirinç kısımları pırıl pırıl, kendilerine has tekerlek zillerinin ve atların ayak seslerinin eşliğinde, arasıra yoldakilerin çekilmesi için zil çalarak, istasyondan kaplıcalara, kaplıcalardan istasyona gidip gelirlerdi.
Tabii o koşum hayvanlarının olduğu yerde, onlar için özel hanlar da vardı. Karameşe köyünden Koca Arif ‘in de, bugünlerde meydan olan alanın karşısında, Foto Kayacan -Hasan Hasbi‘nin dükkanından bir iki bina sonra ön kısmı otel, arka kısmı ise han olarak kullanılan binası vardı. Koca Arif’i şikayet üzerine bir ara Sivas’ta mahkemeye çağırmışlar, Rumlara yardım etmekle suçlamışlardı. Hakikatte, o yıllarda Karameşe köyünün hemen karşısında bir Rum köyü bulunuyordu. Koca Arif onlarla iyi geçiniyordu. Darda, zorda kaldıklarında onlara yardımları dokunuyordu. Mahkemeden bir sonuç çıkmadı, daha doğrusu ceza almadı. Mübadeleden sonra o köyden dostluk kurduğu Panayos ve Lefter gelip ziyaret etmiş, hasret gidermişler, eski günleri yad etmişlerdi.
Habib, o handan içeri girince, ortada kocaman bir alanın sol taraftaki odalarından birinde demirci çıraklığı yapmaktaydı. Zaten Habibin dedesi Jiya Hatat da Kafkasya da iken demirciymiş. Yaşlılar öyle söylerlerdi, ben yetişemedim. “Çalıştığı körük son zamana kadar tavan arasında duruyordu” diyorlardı.
Habib serpildi, büyüdü, zamanla usta oldu. Evlilik çağına gelince Kiza’nın kızı, Jiya Osman’ın kızkardeşi Şahidet ile evlendi. Bir çocukları oldu, adını Tevfik koydular. Tevfik bir yaşına yaklanmış, emekleyip yürüyordu ki, Habib’e celb geldi. Hanımını, çocuğunu köye emanet etti, gitti asker oldu.
O da diğer Hurdazlılar gibi Rus cephesine, Erzurum’a doğru yola çıktı.
Bir mesleği vardı. Ona Tabur nalbantlığı görevini verdiler. Zimmetine de yüz at kayıt ettiler.
Savaşın, o ateşten gömlek günlerinde, Habib için bir teselliydi bu durum.
Osmanlı imparatorluğu’nun nefesinin kesildiği o günlerde, askerler günlerini bir çorba, bir somun ekmekle zor ediyorlardı.
Gün geldi onuda bulamaz olmuşlar. Bir dilim ekmek, bir avuç un, bir godik arpa için birbirleri ile boğuşur olmuşlar. Yağmur, soğuk ve donmak da cabası. . .
Sonunda Erzurum cephesi bozuldu bozulacak. Başlarında bulunan komutanlar, askerlere;” Herkes başının çaresine baksın” demişler, tüfeğini teslim edenler, zorluklarla köylülerini bularak, her gurup kendi memleketlerine doğru yola çıkmışlar.
Hurdazlılar da, diğerleri gibi üçer beşer toplanarak bir araya gelmişler. Grup Habib’i de yanlarına almak için taburuna uğramışlar.
“Hadi Habib, tüfeğini teslim et, hep beraber köyümüze dönelim” demişler.
Habib boynu bükük: ”Sizin bir tüfeğiniz var, kolay. Ben yüz atı kime, nasıl teslim edeceğim?” demiş.
Daha sonra “Kaçak” olarak nitelendirilecek Hurdazlı askerler, o günkü şartlar altında, zor bela memleketlerine dönebilmişler.
Habib. . ?
Mütareke yapılıp, askerler terhis edilinceye kadar, akrabaları, Hurdazlı silah arkadaşları Habib’i beklemişler. . .
Yok. . .
Ne kendisi gelmiş, ne de haberi gelmiş.
Yok oğlu yok. . !
Habib ve atlarından bir daha haber alınamamış. .
Soğuk, ayazlarda mı dondu?
Düşman ateşinde mi öldü?
Kaçtı mı?
Düşmana esir mi oldu?
Kimse bir şey demedi, kimse bir şey söylemedi, bilemedi. . .
Habib ve atları, sanki o görünmez kanatlarıyla havalandılar, yok oldular. . !
Nice yıllar sonra oğlu Tevfik büyüdü, askerliğini yaptı. Babası Habib’in çalıştığı dükkanın sahibi Koca Arif’in oğlu Emir Bey’in kızı Goşaf ile evlendi. Çocuklarını büyüttü, okuttu. Habib’in torunlarından ikisi Harp Okulu’nu bitirdiler. Büyük, Jandarma Kd. Pilot Albay olarak emekli oldu, küçüğü Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli oldu.
Habib’in görünen kanatları oldular. . .