Bir yer, şehir ya da ülke hakkında kafamızdaki imajların her zaman çok net ve derin düşünceler olması gerekmez. Bir iki görsel kırıntı, biraz tarihi bilgi eşliğinde, daha ziyade kayıtsızlık olarak adlandırılabilecek bir ruh hali de mevcut olabilir. Geçtiğimiz günlerde bir konferans vesilesiyle gittiğim Avusturya’ya dair de böyle bir duyguya sahiptim.
Benim kafamdaki Avusturya, hepsinden bir miktar olmak üzere, eski bir imparatorluk bakiyesi bir ülke, Hitler ve Nazi Almanya’sı tarafından işgal edilmiş bir ülke, sosyalist duygu tarihinden gelen Avusturya İşçi Marşı, Cumhurbaşkanı olmuş eski bir Nazi subayı Kurt Waldheim, geçen Haziran seçimlerde ırkçı partiye karşı gerçek alternatif olabilen Yeşiller Partisi, klasik müziğin ve Mozart’ın ülkesi, karlı Alp dağları gibi imajlara sahip.
“Radikal ırkçılığın başkenti Avusturya”
Ancak Türkiye’de devlet erkanından birisinin Avusturya için “radikal ırkçılığın başkenti” gibi bir tanımlama kullanmasından sonra, benim ve onun bu radikal tanımlama farkına kafam epey takıldı.
Bir iki örneğe yakından bakalım. Yaklaşık dokuz milyonluk bir nüfusa sahip bu ülkenin, Suriye kriziyle birlikte, 130 bin civarında mülteciye ev sahipliği yaptığını düşündüğümüzde, resmi düzeyde bir ırkçılıktan söz etmek zor görünüyor.
Yapılan bir araştırmaya göre, Avusturya halkı içinde mültecilerin “endişe yarattığını” düşünen ve yüzde 80’lere varan bir kitlenin mevcudiyetine rağmen, aynı toplumun yüzde 52’si mültecilerin yaşadığı bütün sefalete şahit olduktan sonra, sessiz kalınmaması gerektiğini ve mültecileri almaya devam edilmesi gerektiğini söylüyor. Mültecilere yaklaşım seçmenlerin siyasal yönelimine göre de değişiyor. Mesela ırkçı parti seçmenlerinin büyük çoğunluğu –bütün dünyadaki ırkçılar gibi- (yüzde 96’sı) mültecileri sorun olarak görürken, bu oran Yeşillerde yüzde 58’e düşüyor. Aynı araştırmaya göre, Avusturyalıların yüzde 55’i mültecilerin hiç bir avantaj sağlamadıklarını; yüzde 72’si ise bir şekilde mültecilere yardım yaptığını belirtmiş.
Ayrıca hatırlamakta yarar var. Türkiye’de 28 Şubat’ın yarattığı başörtü, İmam Hatip, katsayı vb. mağduriyeti sürerken, Avusturya bütün o mağdurlara kapısını en çok açan, üniversitelerine kabul eden ülke olmuştu.
Yani kısaca, bir ülkeye kestirmeden tek bir sıfat yapıştırmak yerine, içindeki farklı dinamikleri, farklı eğilimleri anlamak –en basit ifadesiyle- daha anlamlıdır. Yani bir takım rakamlar, bir adamın dile getirdiği ifadeler tek başına bir şey ifade etmiyor.
Üç milyon Suriyeliyi kabul edip, devlet düzeyinde mükemmel bir insani görevi yerine getiren Türkiye’den başka manzaralara da bakabiliriz… Mesela yapılan araştırmalar, insanların yüzde 70’lere varan oranlarda Gayrimüslim azınlıklarla aynı apartmanda yaşamak istemediklerini gösteriyor. Büyükşehirlere okumak için gelmiş Kürt gençlere ev sahiplerinin evlerini kiraya vermek istememeleri gibi…
Dolayısıyla Türkiye’ye nasıl tek bir sıfat atfedilmesi mantıklı gelmiyorsa, Avusturya’ya da tek bir sıfat atfedilemez.
Bir ihtiyaç olarak ötekini lekelemek
Ama zaten benim meselem sadece Avusturya ya da Avusturya’nın “radikal ırkçılığın başkenti” olduğunu dile getiren kişinin Avusturya konusunda yanlış bildiğini, bu konuda ucuz tarafından iç siyasete malzeme ürettiğini söylemek değil. Zaten o lâfı eden resmi insanın da meselesi daha başka… Bu bir zihniyetin kodlarına dair işaretler veriyor ve çok daha başka kutuplaşmalara işaret ediyor.
Bu zihniyet, bugünkü iktidarın ekonomi, darbe, muhalefet, Ortadoğu, Kürt meselesi gibi kangrenleşmiş olan sorunlar yumağında ürettiği bir zihniyet değil. Tam da bu karmaşanın üremesine katkıda bulunan, üremesi çok daha eskilere dayanan ve şimdiki zamanda yeniden devreye giren, korku ve kibir etkileşiminde, şartlara adapte olan çok daha yapısal bir zihniyet bu…
Temel olarak kutuplaşmadan beslenen, kutuplaşma üreten, kendine güvensiz ama kendine güven üretmek için cemaatleşen, kendi cenahında aynılık arayan ve ötekilerde de aynılık arayan bir ruh haline tekabül ediyor.
Bu türden güvensizliğin kuşkusuz çok eskilere giden sebepleri vardır. Mesela, “kadim medeniyetlerin toprağı”, “kavimler kapısı Anadolu”nun bütün zenginliğinin aynı zamanda -madalyonun öbür tarafına bakarsak- dehşet bir sürgünler, katliamlar, isyanlar ve kanlı bastırmalar taşıması sayılabilir.
Ama en azından yakın tarihimize baktığımızda, 93. yılına varan Cumhuriyet’in de hâlâ tam anlamıyla “cumhuriyet” olmadığını; “kutlamaların” bile insanları birleştiremediğini, herkesin kendi “cumhuriyet”ini kutladığını görebiliriz. Çünkü çatışmalar içinde inşa olan Cumhuriyet’in en önemli özelliği, her dönemde “iç ve dış düşman” ya da “hain” bulmak oldu.
Travmatik bir milliyetçilik, dışarı doğru “Doğu-Batı”; içeri doğru, “asli unsurlar ve sözde vatandaşlar” benzeri ikilemleri üretti. Bu ikilemde düşmanlar bazen “Batı”, bazen “Doğu” oldu; bazen “pis Araplar”, bazen “hain Ermeniler” ya da sürekli hayaleti peşimizi bırakmayan “orta çağ karanlığı”, “eski rejim”, “eski Türkiye” ve yaratıcılıkta sınır tanımayan (“madam gibi yaşamak yerine, adam gibi ölmek”), öfke ve nefret üreten başka söylemler kullanıma sokuldu.
AKP’nin ilk on yılında toplumun kendine ve toplumsal grupların birbirlerine karşı güvenleri büyük ölçüde iyileşirken, günümüzde devletleşen AKP, cumhuriyetin başvurduğu “kimlik kuran dışarısı” mantığına krizler eşliğinde tekrar başvuruyor.
Travmatize olmuş erkeklerin milliyetçiliği
Biz çocukluğumuzda Ömer Seyfettin hikayelerini çok okurduk (ya da bize çok okutulurdu). Bizden “milliyetçi” nesiller yaratmaktı kuşkusuz bu kitaplardan murad edilen… Mesela Beyaz Lale’de vahşi Bulgar subayı Radko’nun önce zavallı bir annenin, daha sonra “şehrin en güzel kadını” Lale’nin “çıplak ve bembeyaz vücutlarına” yaptığı insanlık dışı işkenceleri okumuştuk. “Tecavüzcü” ve “katil” olarak düşmanı ve kadın bedeni olarak “namusu” ve “vatanı” öğrenmiştik.
Emir ve komutayla büyümüş, askerlik ve benzeri travmatik pratiklerden kastre olmuş erkekler, kendilerine sunulan düşmanların varlığına kolayca inanıyorlar. Cinsiyetle, cinsellikle özdeşleşmiş bir vatan fikri, insan öldürmeyi de kolaylaştırıyor. 15 Temmuz’da ellerindeki helikopterlerin makinalı tüfekleriyle insan öldüren, uçakların ses duvarı bombalarıyla bebekleri korkutan katiller bu topraklarda yetişti.
Bir türlü, akarsularına, ormanına, dağına, taşına, üzerinde yaşayan insanına saygı eşliğinde öğrenemedik vatanı… Vatan, ağaçları ve kültürleri kolayca gözden çıkarılabilen, tapınak olarak beton kuleler ve para eşliğinde neredeyse travmatik bir soyut fikre dönüştü. Kendisini değil, hakkında lâf etmeyi sevdiğimiz bir kurgu oldu vatan.
Bir zamanlar milli güvenlik ya da İnkılâp tarihi derslerindeki gibi yeni endoktrinasyon malzemeleri kullanıma sokuluyor. Şimdi anaokul ve ilkokul öğrencilerine 15 Temmuz’dan kalma kan revan içinde çatır çatır çatışma sahneleri seyrettiriliyor… Şimdiki zamana uygun milliyetçi nesiller yetiştirmek için… Travmatik, totaliter ve de uysal bedenlere dönüşecek milliyetçi nesiller… Kemalist nesillere ilaveten, kendi mehdilerine tapan bir cemaatin “olağanüstü” operasyonu (ya da yediği halt) sayesinde, şimdi, darbe “atlatıldıktan” sonra, hep beraber 1984’ü yaşıyoruz.
Yani demek istediğim Avusturya hakkında edilen bir lâf bu kocaman ruh halinin yansımalarından başka bir şey değil…