Davut Sandıkçı
Ben utanmanın ibadet sayıldığı bir milletten geliyorum. Kalbimden geçenlerin, dişlerimin arasına sıkışıp kalan kelimelerin, dahası bir yığın suskunluklarımın dilime yansımaması bu yüzdendir.
Yürüdüğü kaldırımda, önünde yürüyen kadın rahatsız olmasın diye, beni takip ediyormuş endişesine kapılmasın diye, hızlı adımlarla kadını geçen adamların utanmaları var içimde.
Sevdiği kadına, onu ne kadar çok sevdiğini haykıramayan mahcup adamların, pişmanlıklarını giydim üzerime…
Nasibini ayetlerden arayan insanların, nasiplerine düşen bekleyişlerin tam da ortasına düşen bir kelimeyim aslında.
Ne çok iyi, ne çok kötüyüm, herkes kadar iyi, herkes kadar kötüyüm.
Ama çocukluktan kalma sevinçlerimi, yine kelebek olmaya borçlu biriyim.
Kanatlarına rengârenk çiçeklerden umutlar yükleyen, kalbindeki suskunlukları, dişlerinin arasında ezen, bir kelebeğin ömrünün muhtemelen üçüncü günündeyim.
Emanet konan, ama emanet sevemeyen, emanet bir bedeni, emaneti verene teslim etmekten korkan biri, korkularının içinde kaybolan, kuyuların içindeki ışığa Yusuf adını veren biri…
Biraz Raif Efendi, biraz Mona Roza’yı yazan adam gibi, Maria Puder ve sürgünü yaşamış halkların vatan özlemleri.
Utanmak insanı güzelleştirir sözünü, tam olarak kavrayamayan insanların iç çekişlerinde, bir kelebeğin günlüğü…
(Tanıtım Bülteninden)