Zamanın seyrinde insanlar değişik mekanlarda güzel duygularla karşılaşıyor. Anlatmak istediklerimiz bazen bir bakışta bazen de bir gülümsemede gizli. Leyla Atse abla ile İstanbul’da başlayan kesişmelerimiz Xekuj’de de devam etti. Nalçik’te açtığı ‘Kafe Leila’, 1996’dan beri anavatan ve diaspora arasında köprü vazifesi görüyor.
-Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
-Ben Atse Leyla, aslen Ubıh’ım. Türkiye’de Samsun’un bir köyünde büyüdüm. İlkokulu orada bitirdikten sonra, Samsun merkeze taşındık. 1973’te evlilik nedeniyle İstanbul’a gittim, 20 küsur yıl oradaydım. 1996’da buraya geldim. Şu anda burada yaşıyorum, 21 yıl oldu.
Buraya gelmeye nasıl karar verdiniz?
-Derneklerde konuşuyorduk zaten. Kafkasya’ya dönüş tartışmalarımız oluyordu arkadaşlarımızla, söyleşilerimiz oluyordu. Ben biraz onlara karşı duruyordum aslında; “çok isteriz, mutlaka orada vatanımızda olmayı, orada bir arada yaşamayı, dilimizin kaybolmaması bunlar çok önemli tabii” derdim ama ülkelerarası anlaşması olmayınca pratik olarak benim bunun hayata geçemeyeceğini düşünüyordum. Bununla ilgili arkadaşlarımızın çok emekleri, çok çalışmaları vardı. Yerine ben bir proje koyamıyordum,bana hayal gibi geliyordu. Çok da istiyordum görmeyi ve gezmeye geldim. Daha önce, 1993 sanıyorum biz Şenıbe Yura’yi davet ettik, eşimin akrabası idi. Dolayısıyla o da bizi buraya davet etti ve 1 ay kadar kaldık, çok etkilendim. En çok etkilendiğim konu da Adigece idi. Biz çok asimilasyona uğradık, benim köyümün etrafındaki tüm köyler Türk köyü idi. Yanlış bilmiyorsam Samsun Alaçam’ın tek Çerkes köyü bizim köyümüzdü. Dolayısı ile biz çok asimile olmuştuk, Burada her tarafta herkesin bu kadar çok kalabalık Adigece konuşması çok etkiledi beni. Çok etkileyen başka şeyler de vardı. Bu nedenlerle buraya yerleşmeye karar verdim.
-Geldikten sonra hemen mi açtınız kafeyi yoksa belli bir süre beklediniz mi?
-Şöyle oldu, sanırım 94’tü, Beycan buradan bir ortağıyla fırın açtı. Ben de gelmeyi istiyordum ama gerçekten çok etkilenmeme rağmen kararsızdım. Dedim ki ben küçük yaştan beri çalışmaya alışkın bir insanım. Orada iş yoksa çalışamazsam, dilim de yeterli değil, belli bir yaştayım acaba devamlı yaşayabilir miyim dedim. O zaman Beycan’ın ortağı SemenYurasağolsun “hiç merak etme ben sana işyeri açarım” dedi. Eşine de bana da işyeri hazırladı. Bana Kafeyi hazırladılar. İsmimi yazdılar. Ve hiç unutmuyorum 96 Haziran’da açılışa geldim, tekrar gitmek zorundaydım. 2 ay sonra tekrar geldim. 2 ay kafeyi çalıştırdı larsağolsunlar. Böylece burada kaldım.
-1996’dan 2017’ye geldiğimizde, ilk geldiğinizdeki yaşam standartlarıyla bugünün yaşam standartlarını değerlendirebilir misiniz?
-Tabii ki çok şey değişti. Başka yerleri bilemiyorum ama burada çok hızlı değişim oldu. Tepeden inme hızlı bir değişimde diyebiliriz. Ama o zamanlar ekonomik olarak daha rahattık, gelir daha iyiydi. Son yıllarda biliyorsunuz ekonomik kriz bütün dünyada olduğu gibi burayı da çok etkiledi. Ama henüz özelleştirmeye tam geçmediği için birçok şey kısıtlıydı. Örnek vermem gerekirse; özel lokanta gibi gidip yemek yiyebileceğin, dinlenebileceğin, kafe gibi yerler devlete aitti. Şahıs işletmeleri yok gibi bir şeydi.Bana hep soruyorlar, “sen sıkıntı çektin mi?”,insan her yerde bir takım sıkıntılar çekebiliyor. Türkiye’dekinden farklı bir sıkıntı çekmedim, buna inanmıyorlar bazen ama gerçekten çekmedim. Belki yapımdan da kaynaklanıyor olabilir. Buraya veya Maykop’a gelip geri dönenler oldu. Biz çok farklıydık, çocuklarımız yoktu, ikimiz de emekliydik. Biz kopup gelmedik, yani yerimizi yurdumuzu satıp gelmedik, rahat geldik, keşke herkes rahat gelebilse. İş durumumuz rahat oldu, bize çok yardımcı oldular, gerek Beycan’ın akrabaları, gerek vatandaşlar…
-Hazır konu gelmişken bunun üzerine bir şey sorayım: Anavatan Adigeleri ile bağ kurmak kolay mı oldu, zor mu oldu?
-Eğer dil biliyor olsaydım, çok daha kolay olurdu. Benim birçok arkadaşım, birçok konuştuğum insan var. Bir de kafe çalıştırıyor olmam benim en büyük avantajım oldu. Yani birçok kişiyi tanıyorum ama dilimden dolayı derin sohbet edemiyorum. Paylaşımım bir yerde, bir noktada kısıtlanıyor. Öyle olmamasını çok isterdim, ben şuanda Adigece yazıp öğrenmek için hala kurs alıyorum.Duyanlar şaşırıyor,“sen meramını anlatabiiliyorsun, konuşabiliyorsun, ne yapacaksın bu saatten sonra” diye.
Ben bu işi çok severek, hiçbir zaman yüksünmeden yaptım. Küçüklükten beri çalışmayı, hareketliliği seven bir insanım. Şikayet eden bir tip olmadığım için belki böyle. Çok samimi söylüyorum bana hala”ne zaman döneceksin” diye soruyorlar Türkiye’dekiler. Buradan İstanbul’a giden gelenler de”Sen orayı nasıl bırakıp geldin” diyor. Yani bilmiyorum bizim için her yer aynı değil ama bizim en fazla kalabalık olduğumuz yer burası.
-Türkiye’den gelen herkes bir şekilde sizin kafenize uğruyor. Hem kafe olmasından dolayı hem de tanıdıkları bir yer olmasından dolayı. Türkiye’den gelen insan trafiğini düşündüğümüzde sizin ilk geldiğiniz zamanla bugünü kıyaslarsak insanların izlenimleri nedir?
-Şimdi burada samimi olarak şöyle bir şey söylemek istiyorum, iyi hatırlattınız bunu; ben buradaki arkadaşlarla sohbet ederken şunu anladım. Hatta buraya ilk gelenlerden de dinlediğim intibayı söylüyorum. Biz buraya geldiğimiz zaman bize çok kucak açıldı, çok sevinenler oldu, çok yardımcı oldular ama daha sonra bu biraz azaldı bir takım olumsuz insanların gelmesiyle… Tabii insanı bilmeden seçemezsiniz, Çerkestir gelir veya o Çerkeslik kisvesi altında iyi niyetleri suistimal edebilir.
-Mesela nasıl olumsuzluklar?
-Biz burada şunu istedik geldikten sonra, benimde elimden geldiği kadar söylediğim; çalışkan, çalışmayı seven, milletini seven, buraya değer veren, insanlara değer veren,bilinçli kişilerin gelmesini istedik. Birlik ve beraberliğin farkında olan kişiler olsun istedik ama bunun dışında çok kişi geldi. O ilk gelen çalışkan arkadaşlarımızın, dönüş için gelenlerinparmakla sayacağımız kadar az olması dönüşün devamını getirmedi. Yani oradaki işini bırakıp buraya gelmeyi göze alamayanlar da çok, o ayrı ama insanları hayal kırıklığına uğratan kişilerde çok. Mesela arkadaşlarla konuşuyoruz: “Çerkes olsun çamurdan olsun” demekle olmuyor. Ben illa burada örnek olayım diye asla gelmedim. Ama yaptığımız mücadeleyle, uğraşımızla bir şeyleri başarmaya çalıştık. Yani çok fazla eleştirel konuşmak istemiyorum, kimseyi suçlamak da istemiyorum ama paylaşım yapabileceğimiz insanları çok az bulduk.
-Kabardey-Balkar’a Türkiye’den dönen tahmini kaç kişi vardır?
-Tam olarak bilmiyorum, 500 aile diyemeyeceğim ama 1000’e yakın kişi vardır. Tam bilemiyorum ama belki de 500 aile olabilir diye düşünüyorum.
-Özellikle buraya gelip yerleşmek isteyenlere ne tür iş imkanları var, ne tür işler yapabilirler, burada hayatlarını nasıl kazanabilirler?
-Bunu çok konuşuyoruz. Türkiye’den gelip, gerçekten bana uğramadan giden yok gibi. Birçok kişi de işte “Leyla abla, Beycan abi ne iş yapabiliriz buraya gelirsek?” diyenler de çok oldu. Ben mesela bir iki bir şey öğrendim. Özellikle tamirat işleri, bunu disiplinli birşekilde yapanlarda var ama o işin disipliniyle çok iyi yapanlar yok gibi.
Benim önereceğim herhangi bir yerde bir kaç metre karede olsa bir işyeri tutup disiplinli yapabilirsiniz. Türkiye’den Ergun var mesela, biz onu arayıp bulamıyoruz çünkü zamanı yok.
Biliyorsunuz burada enstitü mezunu birçok insan var. Kadınlar bile her mesleği biliyor. Yani herkes işadamı olmakzorunda değil.Ticari mal getirip satılabilir, yapanlar da var.
Köylerde meyve-sebze işi olabilir, bunun en güzel örneği Hasan ile Filiz. Her tür meyve-sebze, tarım, hayvancılık işleri olabilir. Çünkü Nalçık köylere uzak değil.
Ama hep böyle alıp satmak gibişeylerle uğraşıyoruz, bence burada üretim yapmalı!
-Üretim ve tamirat tarzı şeyler mutlaka gerekli öyle mi?
-Müthiş, çok iyi olur!
-Evet, peki Nalçik pahalı bir şehir midir?
-Şimdi Nalçik Türkiye’ye göre ya da İstanbul’a göre değişebilir. Anadolu’ya göre değişebilir tabiiki eskiye göre çok pahalandı. Yani bizim geldiğimiz zamanlarda 100 dolarla ev geçiniyordu falan. Ama yinede Türkiye’yle mukayese edildiğinde -ki çok edemiyorum- burasının yaşam şartları daha iyi.
-Nalçik trafiği yoğun mu?
-Maalesef… Trafikten bugünlerde şikayet etmeye başladım, inşallah düzeltirler. Çünkü araba Türkiye’ye göre ucuz olduğu için, bir evde bir kaç araba var. İmkanlarıda var ki alıyorlar o da bir taraftan hoşumuza gidiyor ama bazen diyorum ki İstanbul mu oldu burası. İnşallah onu da düzelteceğiz. Yaşam rahat, yaşam iyi ben öyle görüyorum.
-Gördüğüm kadarıyla çok geniş parklar ve spor salonları var, bu insanların sosyalleşmesi için bunlardan biraz bahseder misiniz?
-Harika tabii! Zaman zaman Beycan’la da gittik salonlara. İmkanları çok iyi. Yani her tür sanatsal kurs, müzik kursu en başta zaten konservatuar var, yüzmek için büyük sanatoryumların havuzlarına girebiliyorsunuz. Sanata yönelik birileri gelsin çok istedim. Çok az oldu. Hatta şunu söyledim hep talebeleri teşvik etmek için buraya geldikleri zaman, “diyelim ki büyük şehirlerde yaşıyorsunuz İstanbul veya Ankara’da bir dil öğrenmek istediğiniz zaman onun kursu pahalı oluyor. Buraya geldiğiniz zaman Adigece istiyorsanızRusça, İngilizce, İspanyolca, en az eğer biraz çalışmayı seviyorsanız 3-4 dili öğrenerek mezun oluyorsunuz. Kendi menfaatiniz için gelin” dedim.
Şunu da söylemek lazım; öğrencilere çok fazla masal dünyası gibi anlattılar, yani yurtları 5 yıldızlı otel gibi anlattılar, zaman zaman bunlarla çok karşılaştık. Aslında gerçekleri abartmadan anlatıp gönderseler daha da iyi olacaktı eskiden beri, şimdi yine aynı şeyi söylüyorum.
Hiç unutmuyorum bir kaç talebe dönmeye karar vermiş, Tijin geldi bir gün Ali Çurey’in kızı, “Leyla abla bir kaç talebe geri dönüyormuş, gidelim mi yurda?” dedi. Akşam saatinde, yağmur yağıyor, bende kafeden birşeyler vardı, poğaça falan aldık gittik. “Niye, ne oluyor?” dedim. Oturduk, 1-2 saat konuştuk yurtta. Bilmiyorum ne kadar doğruydu yemin ettiler; “eğer daha önce sizinle konuşsaydık, gitmeye karar vermezdik” dediler. Belki 1-2 tanesini kalmaya razı ettik ama dönenler de oldu. Bir gruptu o zaman. Orada da bir yanılgı oldu, bir hata yapıldı tabii bu isteyerek yapılmadı. Talebeler buraya gelsin diye bir takım şeyleri çok abartıyorlar. Değil, buranın gerçekleri de var -ki ben 15-20 sene öncesinden bahsediyorum- o zaman bazı gerçekler vardı. Her istediğinizi orada bulamazsınız ama şu şu çok güzel şu iyi şu eksik falan denebilirdi. Orada da biraz hata oldu. Öyle söylenmedi, o çocuk da burada hayal kırıklığı yaşayıp döndüğü zaman öyle bir propaganda yaptı istemeden.
-Tam burada aslında şunu sormak istiyorum: Dönmeyi biz daha çok anavatanımıza dönmenin duygusallığı üzerinden kurguluyoruz ama bir de az önce söylediğiniz gibi hayatın gerçekleri var. Bu anlamıyla, sizce Anavatanın gerçekleri anlatılabiliyor mu?
-İyi anlatılamıyor diye düşünüyorum, o yüzden buraya gelenlerin dünya görüşleri -yine hepsi için söylemiyorum- biraz farklı olabilirdi. Yani daha bilinçli, dünya görüşleri farklı olanlar anlatmaya çalışıyor. O gerçeklerin, iyinin de kötünün de çok doğru anlatılabildiğini ben hala düşünmüyorum ama anlatılabilir tabii ki.
-Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Şu anda çok açık söyleyeyim; ailemden birkaç kişi bu yazın gittiğimde “buraya dönebilirsin değil mi?” diye sordular sanki buradaki miladımızı doldurmuşuz gibi; bazı zorunluluklar da var biliyorsunuz, hastalık ya da benzeri bir takım şeyler gibi… Ama düşünüyorum da asla yapamam gibi geliyor bana, hani belki gider gelirim, belki 15 gün, 1 ay, bir kaç ay kalır gelirim ama buradan kopamam. Bazen şöyle söylüyorlardı“Ankara, İstanbul’a alışmak hastalık gibi bir şey”, öyleyse bana da burası hastalık gibi bir şey, ben buradan kopamam gibi geliyor bana… Yani burası gerçekten çok güzel, bir de işte o bizim ruhumuz yani Çerkesliğin verdiği o ruhu taşıyorsanız o da başka bir etken. Çok seviyorum burayı, gerçekten seviyorum.