Azın Nurettin “Hı hı, bak gökyüzüne, bir tek bulut bile yok. Yağmur mağmur yağmaz” dedi. Ajaj Ahmet gözlerini gökyüzünden ayırmadan, ‘Evet. Bulut yok, yağmur da yok’ diye onu onayladı.
Ne zamandır yağmur yağmıyordu bilemiyordum. Büyükler kendi aralarında kuraklık ve yağmur üzerine tartışmalarını devam ettirirlerken, eskisi gibi Atslagacık’a gidip kurban kesip yağmur duası yapılmasından söz açtılar.
Çocuk ruhum sıkılmıştı artık. Oradan ayrıldım büyük dayılara yöneldim. Onların evi köyün hemen girişinde, soldan üçüncü evdi. Bahçe içinde iki katlıydı. Önünde rengarenk boyalı at arabası duruyordu. Ustası nasıl yapmıştı bilemiyorum. Atlar koşulup hareket ettiğinde, metrelerce öteden tekerlerinin çıkarttığı zil sesi duyulurdu. Eve kocaman, çift kanatlı büyük kapısına taşlardan yapılmış alçak ve genişçe merdivenden çıkılırdı. Kapının üstüne, çok öncelerden kurban kesilmiş bir koçun muntazam kıvrımlı boynuzu, eski bir at nalı ve ipe dizilmiş mavi boncuklar çakılmıştı. Genişçe bir sofadan tahta merdivenlerle üst kata çıkılırdı. Üst katta evi boydan boya ikiye ayıran bir hol vardı. Bir ucu arka bahçeye çıkardı. Bayılırdım o kapıya. Sabahları kalktığımız da ibriği alır, o kapıya koşar, açar, yüzümüzü yıkardık. Kapının hemen iki yanında yaz boyunca açan mis kokulu kırmızı güller vardı. Holün ön kapıya bakan kısmında ise kocaman bir pencere vardı. Demir kafesle kimsenin girip çıkmaması için korunmuştu. Ama aklımın almadığı bu pencereye niçin cam takılmamıştı. Yaz kış orası hep öyle açık dururdu.
Arka sağ oda hem oturma hem de mutfak olarak kullanılırdı. Odaya girince tam karşıda, aşthara vardı. Sol taraf kapıdan aştharaya kadar boydan boya kudhara idi. Tek küçük bir pencere kuzeye, arka bahçeye baktığı için odanın içinde yaz ve kış loş bir aydınlık vardı. Ocağın pencere tarafı ahşap kapaklı yatak dolabı, diğer tarafı lavabo idi. Büyük dayı İsmail, daima divanda pencerenin önünde, ocağa yakın otururdu. Hatırlıyorum, divanın altında özel bir bölmede, daima bir horoz veya hindi, mısır ve cevizle beslenip semirtilir, zamanı gelince veya bir misafir geldiğinde kesilip yenirdi.
Sabah geç kalkmıştım…
Genelde hep geç kalkarım. Oyuna dalmış oynuyorduk. Sanırım vakit öğlene yaklaşmıştı. Birden, o açık pencereden içeriye kalabalık bir gurubun şamatalı bağırtılı çığırtılı sesleri geldi. Bir şarkı söylüyorlardı amma sözlerini anlamıyordum. Hemen öndeki açık pencereye koştum. Aşağıya baktığımda, ön bahçe köyün kız ve erkek çocuklarıyla doluydu. Birinin elinde uzunca bir sopanın ucuna bağlanmış, bahçelerdeki korkuluklara benzer bir maket vardı. İçlerinden lider durumundaki, taş merdiven çıktı ve kapıya elindeki değnekle vurmaya başladı. Onun bu hareketinden sonra çocuklar hep bir ağızdan söyledikleri şarkıyı yinelediler.
“Va zi dauk
Va akuoa dauk”
Yengem acele etmeden ağır ağır geldi. Aşağı çocuklara baktı. “Ooo çocuklar yağmur duasına çıkmışlar” dedi. Bu arada hem şarkı hem de kapıya değnek vurma devam ediyordu. Yengem “Acele etmeyin çocuklar” diye seslendi. Aşağıdan biri “Hawuıs şardob. Akıt‘a yızzıgi haakşuş. Lassı !” dedi.
Yengem onu dinlemeden içeriye yöneldi.
Az sonra elinde bir kovayla açık pencerenin önünde belirdi. Kovanın içi su doluydu. Ben ne yapacak acaba demeye kalmadı, elindeki kovayı kaldırdı aşağıda bekleşmekte olan çocukların üstüne boca etti. Çocuklar şamata ederek o tarafa bu tarafa kaçıştılar. Bir yandan da bağırıyorlardı, “Hadi yenge çabuk, hadi yenge çabuk.” Yengem gene içeri odaya girdi. Elinde bir gılat geldi. İçi gudeğ, efü, auxşa, şıla, mırıpa ile doluydu. Bize seslendi, “Alın bunları çocuklara verin. İsterseniz sizde onlarla gidin, eğlenirsiniz” dedi.
Sepeti aldık, hızla merdivenlerden inerek bahçedeki çocukların yanına vardık. Sepeti içlerinden biri hemen elimizden aldı. Çocuklar şarkılarına yeniden başladılar ve komşulara yöneldiler.
Biz de arkalarından.
Orada ve köyün diğer evlerinde çocuklarla beraber bizde ıslandık. Hoşumuza gitti, şarkıda onlara uymaya çalıştık. Sonra bütün köyün çocukları pısta’ya gittiler. Ateşler yakıldı, toplanan onca malzeme büyükçe olan abla ve ağabeylerce pişirildi. Oturup hep birlikte güzelce yedik. Kazım dayıların bahçesine gittik. Bazıları bizlerden ayrıldılar, kızlar ve erkekler ayrı ayrı derenin birbirlerini göremeyecekleri yerlerine gittiler, yıkanıp geldiler. Elmalara, cevizlere, armutlara çıktık. Bulabildiğimiz tüm meyvelerden yedik. Oyunlar oynadık.
Ceviz ağacının büyükçe bir dalına salıncak kuruldu akşama kadar sallandılar, sallandık. Tüm bu olanlar o yağmur duasının birer parçasıymış.
Gece yatağıma yattığım da her tarafım yorgunluktan ağrıyordu. Yine de mutluydum. Gözlerimi kapadığımda bembeyaz bulutlar üstün yükseldim. Hep oynadım, salıncakta sallandım, üstüme kova kova su döktüler.
Ve ben çocuktum, kanat takıp maviliklerde yüzdüm!
Ve bilemiyorum o günlerde yağmur yağdı mı?
Sonra, binlerce yıl ötelerden unutulmadan söylene gelen, yağmur tanrısına yalvaran o şarkının tamamını Mahmut abiden öğrendim.
“Ziwa Ziwa
Ziamır gouga
Mırgo mırgo mışxet
Ah yıpha dızıışet
Azıx aka zıukmanı
Abur aka gej gej
Wa akuo dauk
Wa zı dauk”
Bilmiyorum artık böyle yağmur duaları yapılıyor mu? Unutulup yitmiştir, belki bir yerlerde hala çocuklar Ziwawa’ya yakarıyorlardır.
AÇIKLAMALAR:
Abur: Abur akarsuyu
Atslagacık: Tek ağaç
Ah: Kral
Ajaj: İsim (e)
Aka: Başına
Akuo: Yağmur
Aşthara: Ocak,şömine
Auxşa: Yağ
Azın: Aile adı
Azıx: Soğuk su
Ziamır: Zi’nin aydınlığı,ışığı
Dauk: Biraz
Dızışet: Susadı
Efü: Peynir
Gej gej: Kendi etrafında dönmek, anafor
Gılat: Sepet
Gouga: Damlamak,yağmak
Gudeğ: Yumurta
Kudhara: Divan
Mırgo: Selller-sular
Mırıpa: Bir çeşit ekmek
Mışxet: Aydınlık olsun
Pısta: Vadi
Şıla: Um
Ukmanı: İbrik
Wa: Hey
Yıpha: Kızı
Zı: Su
Ziwa: Mitolojik abhaz yağmur tanrısı
Zıukman: Su testisi
Hawuıs şardob. Akıt‘a yızzıgi haakşuş. Lassı: İşimiz çok. Köyün hepsini dolaşacağız. Çabuk.
(Not: İlk yayın: Kafkasya Yazıları Dergisi, Sonbahar sayısı, 1999, İstanbul)