Patlayan torba

0
1880

Torbanın ağzını tepeden sıktıkça aşağıda bir sıkışma olması lâzım normal şartlar altında… Torba çok sağlam ise, torbanın içindekiler havasızlıktan çürür, nefessizlikten ölür. Lâkin belli ki, bizim torbanın içinde o kadar çok şey birikmiş ki ve de torba o kadar çürük ki, torbanın altı patlamış durumda. Torbanın içinde ne var ne yoksa dışarı dökülüyor, yerlere seriliyor… Torbanın içinde ne kadar kokmuş, kokuşmuş şey varsa, hayretler içinde izliyoruz o dökülme sırasında çıkardıkları sesleri ve kokuları…

Tabii ki çok acıklı sahneler var ama bir yandan da, içeridekiler çıkamasın diye torbanın ağzını sıkanların yarattığı bu “dökülme” hali, giderek mizahın sınırlarını zorlamaya başladı. Bir zamanlar Sovyet orduları eşliğinde Polonya halkını ezen Jaruzelski ve askeri darbesine karşı insanların en güçlü cevabı da mizah olmuştu. İnsanlar elleriyle, sesleriyle düzeltemedikleri baskıcı bir otoriter yapıyla ince ince alay ederek başa çıkmaya başlamışlardı. Düşünebiliyor musunuz, koca koca adamlar en büyük ciddiyet görüntüleri eşliğinde, her türlü hamaset söylemini savururken, insanlar sadece –yarı acıklı- tebessüm ediyorlardı. Her zaman tebessüm etmek mümkün değildi tabii ki; rejimin cinayetleri karşısında ellerinde mumlarla sadece “acıyla duruyorlardı”… Ama rejimin çıkardığı hırıltılarla asla muhatap olmuyorlardı.

İçerideki herkesi içeride tutmaya çalışarak, dışarıdakileri de içeri sokuşturmaya çalışarak, torbanın ağzını aşırı sıkan rejimlerin yarattığı bu dökülme olayı, biraz bağırsakların ishal şeklinde boşalması gibi bir şey… İçerideki kurtlar, hazmedilmemiş her türlü endoktrinasyon ürünleri, gazlar, palavralar ve o endoktrinasyona karşı geliştirilen rövanş endoktrinasyon ürünleri, karşı palavralar da dışarı dökülüyor.

Ulu önderlere karşı yeni ulu hakanlar, reisler… Her türlü bilim, ilim, cesaret vs. vs. sahibi kurgu liderler…

Patlama sonunda ortaya saçılanlar

Sağduyunun, az da olsa izanın, tevazunun olmadığı bir yerde, palavranın bol olduğu bir yerde, mesela şu türden patlakların olması da kaçınılmazdır.

“Çevreci Afacanlar” adlı bir tiyatro oyununun afişleri Akhisar’daki okullarda İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından yasaklanmış. Sebep olarak, oyundaki karakterlerden bazılarının “savaş karşıtı” ya da “şiddet karşıtı” sözleri gösterilmiş! Yani ülkenin içinden geçtiği dönem “hassas bir dönem” olarak ifade edilmiş ve “sakıncalı” bulunmuş. Yani memleket “savaş yaparken”, çevre bilinci vermek ve bunu yaparken “şiddet karşıtı” sözler dile getirmek uygun değil imiş!

Hatırlarsınız, ya da genç iseniz hatırlamasanız bile bir şekilde büyükler anlatmıştır. Malûm, Türkiye’nin radyo-televizyon kurumu “TRT” tarihinde sık sık karşımıza çıkmıştır; en bariz örnekleri de 12 Eylül darbe dönemindendir. O zamanlar 12 Eylül darbecileriyle tam halvet halinde yaşayan ve yüzlerce şarkıcı ve şarkıyı yasaklayan TRT, şimdi de 208 şarkıyı çeşitli gerekçelerle yasaklamış!

Bunlar devletlûlarımızın performansı; kabaca en devlet olmak arzusu gibi bir şey olmalı. Yani otoritenin merkezine yerleşmek, dokunulmaz olmak, hep en güçlü olmak ve geçmişte, çocuklukta yaşadığı travmaların intikamını almak ve bir daha travma yaşamamak için, gerekirse başkalarına travma yaşatmak ama asla güçsüz olmamak… ve bütün bunları asayiş, düzen, vatan, millet cilasının altına saklamak gibi bir şey…

28 Şubatçılar daha farklı mıydı?

Ya da o zamanlar, zamanın havasına, otoritelerine boyun eğip üniversite kapılarında başörtülü avlayan “muhafazakâr-milliyetçi” memur akademisyenler bugünkü güç sahiplerine mutlak biat ederken, aslında gene devletlûlar safına, onların koltuk altlarına sığınıyorlar. Zavallılıklarını, yarın öbür gün hava dönerse, tekrar döneceklerini saklamak için en uygun yer değil mi o kuytular?

Ve tabii daha başka bir sürü döküntü…

“Öz kızına şehvet haram değil” diyenler, asansörde halvetlerden bahsedenler, camilerde genelev arayanlar bu döküntülerin içinde karşımıza çıkıyor. Sadece ağızlarından şehvete dair söylemler düşmeyenler değil; küçücük kızlara tecavüz eden öğretmenler, kutsal bilgi ve inanç yayma okullarında ya da yurtlarında önlerinden geçen herkese cinsellik objesi gibi bakanlar da bu sıkılmış ve patlamış torbanın fışkırttıklarının örnekleri olarak önümüze diziliyorlar.

Ezcümle hayata bakmaya çalışırken, apışarasının ötesine geçemeyenlerin ağızlarından dökülenlerle hep birlikte kirleniyoruz.

Tabii her olay karşısında mizahın çalışması mümkün değil.

Mesela şu olay karşısında ne hissettiniz?

15 Temmuz darbesi sonrası işinden atılan, sonra gözaltına alınan, 13 gün işkenceden sonra da hayatını kaybeden Gökhan Açıkkollu’nu birileri “Hainler Mezarlığı”na gömmeye kalkmışlar mesela… Ama son olarak bugünlerde de “suçsuzluğunu” anlayıp görevine iade etmişler!

İnsanın kanını donduran bu olayda, “sanık” olarak görülen bir kişinin hayatı mahvedildikten sonra, “aa, meğerse suçlu değilmiş” tepkisi ne kadar “insani”dir? O kişinin hayatının mahvedilmesinin yanısıra, ailesine yapıştırılan “hain yakını” damgası; o ailenin fertlerinin bitmek bilmez bir azap eşliğinde bütün hayatlarını geçirecek olmaları ne kadar yaşanabilir bir durumdur?

Ya da bu olayı duyduğunuzda aşağıdaki şıklardan hangisi içinizden geçer?

a) Çok yazık, adaletin çürüdüğü, hukukun terk-i diyar ettiği bir durum;

b) Yazık olmuş ama kurunun yanında yaş da yanar, olur böyle şeyler;

c) İyi olmuş, o adamda her halükârda vardır bir hainlik…

İkinci şık, ideolojik bir şıktır; “davanız” gibi bir takım gerekçe ve kulplarla bu şıkka işareti koyabilirsiniz. İçinizdeki insanlık katsayısı epey düşmüş, ideolojik biatınız tamamlanmış demektir. Her türlü total ideoloji buna benzer çözümler sunar. Ama –lâfım meclisten dışarı- üçüncü şıkkı işaretleyenler olduğunu da biliyorsunuz değil mi? Onlar ve birinci şıkkı işaretleyenlerin aynı toplumun parçası olabilmeleri mümkün mü?

Toplum hâlâ var mı? Anomi desek?

Mantık, empati, sağduyu, insanlık falan gibi bir takım kıstasların olmadığı bir zaman dilimi bu… Dünyanın öbür tarafından bir adamın, ABD Başkanı Donald Trump’ın 17 kişinin öldürüldüğü okul katliamından sonra, kurtulan öğrenci ve öğretmenlere silahlanmalarını önermesi gibi bir şey bu! Döküntü yani, patlayan torbadan ortalığa saçılanlar…

Buna genellikle kaos deniyor… Ya da “anomi”…  Ortak değerlerin kalmadığı bir hal; bir nevi normsuzluk hali… Toplumun kurumlarının artık “düzenleme” yapamadığı, çatışmaların, çelişkilerin, sömürünün vs. üstünü örtebilecek bir ideolojik örtünün artık korunamadığı bir hal… Bu yüzden, insan aklını zorlayan bütün bu saçmalıklar bu kadar çok ortaya serildi.

Bu yüzden artık “bir toplum”dan bahsetmek de pek kolay değil…

Eğer toplum olsaydık, bazılarımıza bu kadar deli saçması gelen performanslar başkaları için bu kadar doğal olmazdı… En azından bu kadar olmazdı… Eğer toplum olsaydık bu deli saçmalarını dile getirirken, “mühim insan” olduklarını zannedenleri toplum biraz olsun izan sahibi olmaya çağırırdı ve onlar izanın ne olduğunu anlamıyorlarsa, diğerleri de onların sırtlarını sıvazlayıp, “tabii tabii canım, sen anlatmaya devam et” diyerek, küçük yaramaz çocuklara gösterilen toleransa benzer bir şey gösterirlerdi…

Bu arada tabii ki, tarihe not düşmek için, insanlar arasında duyarlılık seviyesini biraz olsun yükseltmek ya da çıkmayan candan umut kesilmez misali, adalete çağırmak için durmaksızın sözü dile getirmeye çalışmak lâzım. Ama unutmayalım, torbanın ağzını sıkanlar ve alttan dökülenler nezdinde bir mantık aramak, hukuk talep etmek çok da anlamlı değil; onlar çünkü “devrimlerini” yaptılar…

Bir sınıfın başka sınıflar üzerinde tahakkümünü kuran hangi devrimde, “devrimciler” mutlak iktidar kurmaya çalışmamışlardır ki? Hangi devrimde “devrimciler”, “sınıf” (ya da kültür) kinlerini tatmin etmek için mutlak güç, iktidar (“proletarya diktatörlüğü”) kurmamışlardır ki? Hangileri kendi kafasına göre kanun yazmamıştır ki?

Onlar kendi kanunlarını yazarken, tabii ki ortalığı bu kadar dağıtmaları da pek anormal değildir.

Sayı: 2018 03
Yayınlanma Tarihi: 2018-03-01 00:00:00

Önceki İçerikХэкум И Макъ – Anavatanın Sesi – Şubat 2018
Sonraki İçerikKalem (Тхыпкъэ) Mart 2018
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.