Oubykh Mektupları Mayıs 2018

0
520

Emanet kitaplar…
Bir yaz günü, sıcak elbette, terliyor insan haliyle. Ayrıca gün geçmiyor ki sivilcesiz bir günüm geçmesin. Sıcak, ter, suratımın tam ortasında çıkan sivilcelerimi kurutmakla patlatmak arasında gidip gelen düşünceler içindeyken, elimdeki yükü hatırlıyorum, uzayıp giden kuyruğu görünce.
Koca bir çantayı zar zor taşıyorum, ağzına kadar kitap dolu çünkü. Oraya kadar kan ter içinde getirirken canım çıkmış, Söğütlüçeşme İstasyonu’ndan, şimdi yerinde olmayan ‘kadınların seçme ve seçilmesi anısına’ Türk Kadınlar Birliği tarafından dikilen anıta kadar uzayan kuyruğu görünce, yükün ağırlığı altında eziliyorum bir defa daha…
Bilmediğim kitaplar var içinde. Eski harflerle yazılmış bir kitap var en üstte. Bakıyorum sayfalarına, içinde resimler çizimler de var, anatomi kitabı olduğunu düşünüyorum. Tuhaf matbaa harfleri ile yazılan Almanca bir kitap var, din adamı görüntüsü veren, profilden çekilmiş bir fotoğraf çıkıyor kitabın içinden. Fotoğraf aslında kitabın içinde yer alan bir resimden çoğaltılmış. Kitap saman kağıdı, fotoğraf kağıdında kaliteli, kitaptan bir resim var sayfaların arasında, ikiside siyah beyaz, ikiside aynı resim…
Merakla karıştırmaya devam ediyorum, rastgele bir kitap alıyorum elime. Bitkileri anlatan bir kitap buluyorum, yine o tuhaf matbu harfler ile Almanca yazılmış. Kitap sarı bir kesekağıdı ile kaplanmış, üstelik muntazam bir şekilde. Bir etiket yapıştırılmış, kaplanmış o kitabın üstüne…
‘Çiçek’ yazıyor etiketin üstünde, kitap Almanca ama etiket Türkçe. Bu el yazısı ile yazılmış harfleri nerede görsem tanırım, insan elinin yapabildiği en düzgün daktilo harfleri ile yazılmış bir etiket bu.
F, D…

Mahlas kullanmayı sever neden bilmem. New York, Manhattan’da Madison Avenue üzerinde bir eve misafirim, ev sahiplerinden kaynaklanıyor olsa gerek, kendimi pek misafir gibi hissetmiyorum, ıspanak yediğim bir ev, kahve içtiğim bir ev ayrıca.
Evin büyüğü bir mektup çıkarıyor bir yerlerden. Bu kadar muntazam yazılmış yazıyı görür görmez tanırım, diyorum, bu kişiyi biliyorum, diyorum.
Mektubun sahibi, evin büyüğü ile anlaşamıyoruz. Daha fazla ısrar edemiyorum, mahlas kullanmıştır diyemiyorum, çünkü kendisini ziyaret edenlerin ana ve kız olduğunu söylüyor, bunu dedikten sonra, mektubu kimin yazdığını nasıl açıklayabilirim…
Dönelim bizim muntazam kesekağıdı ile kaplanmış kitabımıza, içinden yapraklar çıkıyor, kurutulmuş yapraklara dokununca ufalanıyorlar hemen…
Kurutulmuş bir karanfil var, koyusundan bir karanfil, koklamak için burnuma yaklaştırıyorum, koku filan yok doğal olarak, bir iki yaprağı düşüyor üzerinden, ama karanfil sapasağlam…
İş çıkışı, minibüs kuyruğu gelenlerle daha bir uzuyor sanki. Ayakta demeye bin şahit gerek, minibüslerin ayakta yolcu almalarına rağmen, uzadıkça uzuyor kuyruk…

Bir dergi geçiyor elime, Haldun Taner’i anma özel sayısı yazıyor kapağında. Haldun Taner’in babacan bakışları ve gülümsemesi ile göz göze geliyorum.
Daha bir eskiye gidiyorum, boğa heykeli bir söğüt altında denize yakın bir yerde. Deniz kenarında müstakil binanın bir tarafı itfaiye, diğer tarafı ise sebze hali. Buranın konservatuar ve tiyatro olacağı, yazarın adının bu tiyatroya verileceği düşünülemezdi o zaman…
Maydanoz, tarladan yeni gelmiş gibi burada. Antakya’dan, o zaman olmayan uçakla gelmiş gibi üstelik…
Devam ediyorum çantayı karıştırmaya, burada birbirinden alakasız kitaplar var, çoğu ilgim dışında, uzaktan yakından alakası yok benimle…
Çoğu Almanca zaten, matbanın ilk bulunduğu zamandan kalmış gibi tuhaf harfli Almanca kitaplar var çantada, sonrası bahsetiğim tarzda kitaplar, börtü, böcek, anatomi ve hatta coğrafya…
Pembe ve mavi, iki ayrı renkte kitaplar var, serçe parmağı kalınlığında bu kitaplar… Neden bilmem, sayıca fazla var bu iki kitaptan…
Nedenini bilmez saklıyorum çantada olan bu kitapları. Şimdi sorsam söylemez, o zaman söylemedi, şimdi mi söyleyecek…
Emanet Kitaplar, kilitsiz dolapta…
Kitli değil, bayraklar geldi üstüne, gelmeye devam ediyor, ütüsüz bayraklar toz tutmuyor ama kitapların tozlandığı malum.
Kitap kurdu, bir değil elbet, epeyce var. Ama biz anlaşıyoruz, kemiren olmadığı sürece bir sorun yok…
Dönelim yine ne yapmışım o zaman, çanta içi kitaplar karıştırıla dursun, kuyruk kalmamış, üstelik minibüse binince, boş yerlerin dolması için müşteri bile beklenecek durumda…
‘Hikas Fren’ ilanları var her bir koltuğun arkasında. Naylon giydirilmiş koltuklar, bir koltuğun altında disko lambası mı, polis arabası ışığı mı olduğuna kararsız kaldığım bir ışık var, dönüyor o döndükte benim başım dönüyor. Vites başında bir kurukafa var, neon ışık altında kurukafa bir başka parlıyor. Bir tek kurukafa değil elbet parlayan, minibüsün tavanından sarkan, yatak kenar süsü püsküllerde parlıyor, göç eden kuşlar misali hep aynı yönde, aynı şekilde birlikte hareket ediyorlar. Muntazam püsküller, arada sökük eksik yok ve muntazam bir şekilde sallanıyorlar aracın hareketi ile…
Bozuk paraların olduğu plastik kutu motorun üstünde, kendinden yetkili biri motora oturduğu için sarsıntı ve ses, daha az çıkıyor motordan. Buna rağmen bozuk paraların titreşen sesi geliyor her araç duruşunda…
Emanet kitaplar, emanette, istendiği zaman geri vereceğim…
Okuyamadığım kitaplar…

Yirmi beş sene geçmiştir. Sıcak, yine sıcak, taşıyorum kitapları…
Patlayacak sivilcem kalmamış, ama izleri kalmış onlarca sivilcemin…
Kitapların bıraktığı izler gibi derin, gitmeyecek izler…

Kuyruk yok, giden gelen yok artık o minibüslerle…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz