Bedenlerimiz üşüyordu biliyoruz…
Ruhumuz darmadağınıktı o günden beri…
Atlarımız ağlıyordu sessizce…
Bilge Thamadelerimiz yıldızlara çekilmişti üzgün, mahzun…
Yeşil vadilerimiz, o kutsal korularımız, o altında Tha/Ança’ya yakardığımız kutsal ağacımız ağlıyordu…
O küçücük sıcak evlerimiz, o cennet bahçelerimiz bizden önce çekildiler karanlık uykulara…
Pxepşine/Apxartsa’nın son dokunuşları hüzünle veda etti parmaklara, hala yankılanıyorlar evrenin sonsuzluğunda…
Kalabilmek adına, kimi yüz oldu bulutlarda, kimi bir göz oldu yıldızlarda, kimi gözyaşı oldu akarsularda…
Kimi derin bir uykuya yattı Oşhamafe’nin buzullarında…
Kırmızıya çalan sular, siyaha çalan toprak, yeşili unutan dallar hazandır artık…
“Ne tuhaf,
son nefes derlerdi, anlamazdım,
şimdi ne demek olduğunu biliyorum:
her şeyi bırakıp
bir daha dönmemek üzere hiçbir yere, hiçbir şeye, birdenbire gidersin.
Bu ölüm beni ayılttı.”(N.Hikmet)
O son fırtına, o sağanak yağmur, o korkunç gök gürültüsü dindi…
Umut tükenmez bir ışıktır, adı; Bahar…
Toprakta sürgün, dalda çiçek, su yürür damarlarında sessiz, sakin…
Seslenir doğa, seslenir hayat; Nefes al bir daha…
Bir çocuk gülümsüyor bulutlardan…
Orman olmuş gençler, bahara duruyorlar woredlerin eşliğinde…
Vadiler çiçek açıyor, sular berraklaşıyor, ağaçlar yeşilleniyor, kuşlar cıvıldaşıyorlar bahçelerimizde…
Belki gülümseyen beyaz bir bulut, belki esen serin bir rüzgar, belki mavi bir deniz, umudu vadederek yarınlara…
Gel aç yüreğini…
Başını kaldır yıldızlara…
Yüreğin evren olsun sonsuzlukta…
Sonra aç gözlerini aydınlık yarınlara…
Bir gün düşün; galip karanlığa…
Bak hazan bize göre değil!
Bunca hengamenin yitik baharlarını topla; hazanları koy bir tarafa; bizi kışkırtan umutları al yüreğine, sakla…
Gel aç yüreğini…
O makus hazan yitiyor, bir aşk büyüyor avuçlarımızda…
Yeniden, dört mevsime gebe yüreklerimiz, bizi aydınlatan sımsıcak bir güneş…
Gelen biziz yeniden, hiç beklenmeyen zamanda; bir ölüp bin doğan çiçekler misali…
Bir meltem sıcaklığı ile uyanacağız bahara…
Gel aç yüreğini…
Ne umut söner gövdende, ne de ölüm çalabilir kapını, şimdi çağdaş bir senfonidir baharın sunduğu…
Sen buradasın Bahar, başkaldırının, ölümsüzlüğün yılmaz rüzgarı…
Biz kadınlar, erkekler hiç birimiz bilmiyorduk ölümsüzlüğün baharını…
Gel aç yüreğini…
“yüzünde yorgun sürgünlerin izi olan bir kaçaktır gelen; ürkek bir şafağın uçsuz bucaksız özgürlüğüdür; belki acıların sevinçlere dönüştüğü yıldönümüdür…” (H. Çetinkaya)
Gel aç yüreğini…
İçinden geçtiğimiz karanlıktan başka; o aştığımız hırçın dalgalardan başka; hiçbir şey olmasa da dışarıda…
Ve dediği gibi Nazım ustanın:
“Korkunç ellerinle bastırıp yaranı
dudaklarını kanatarak
dayanılmakta ağrıya.
Şimdi çıplak ve merhametsiz
bir çığlık oldu ümit…
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp koparılacaktır…”
Gel aç yüreğini…
İçine bahar, yüzüne güneş vuracaktır hiç beklemediğin anda…
Belki değil, hiç unutmayacaksın, o içinde derin yaralar açan hazanı; 21 Mayıs…
Umudunu büyüteceksin o hüzün kokulu yüreğinde daima…
Sürgünlerin yeşerip baharın gövermesi, alacakaranlığın geçip aydınlık geleceğe dönüşmesi; 21 Mayıs…
Gel aç yüreğini…
Sen sen olmadıktan sonra, hayatın ne önemi var!
Şüphesiz ki, şu koca dünyanın binbir çiçeğinden ilk önce açanıyız; o kadar eski, o kadar yüce; solamayız…
Solmayacağız…
Koca bir ömür yaşayacağız…
Ezelden geldik biz ebede koşacağız…
Bak! Gençler Kafe’ye durmuş woredlerin eşliğinde…
Şeşen yine, yeniden canlandırıyor nağmeleriyle, bir köşeye çekilmiş genç yaşlıları…
Pxeçiçler yankılanıyor tüm hızıyla alacakaranlığın sabaha vuran şavkında…
Güneş gibi, ay gibi…
Promethe daha Oşhamafe’ye zincirlenmemişken, Psıj daha küçücük bir su iken, onu bir adımda geçen ak saçlı deden gibi…
Sen ki sen ol daima…
Uzun bir bahara ebediyen uyanmak için…
Çerkes kal!
Sayı: 2018 05
Yayınlanma Tarihi: 2018-05-01