Geç Kalmış 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlaması

0
1469

Emboli atmış, hastanede yatıyordu. Güncel hafızasını yitirmişti. Etrafındaki kimseyi tanımıyordu. Birden yatağından doğruldu, kalkmaya çalıştı. Doktor yeğeni, “Nereye gidiyorsun yenge” diye sordu.

O, soruya şaşırmış bir şekilde, “Hamur taşacak, yarın tırpancı geliyor, ekmek pişirmeliyim” dedi.

Sakinleştirip tekrar yatağına yatırdılar.

Birkaç saat sonra yanında refakatçi kalan oğlu hemşireyle konuşmak için ayrıldığında odasından bir gürültü geldi. Hemşireyle birlikte odaya koşan oğlu, onu yatağın kenarına düşmüş halde buldu. Kalkmaya çalışırken tekerlekli yemek masasına tutunmaya çalışmış, masa hareket edince de düşmüştü.

Hemşire bir yeri kırılmış olabilir diye korktu. Doktor yeğenini hastaneye çağırdılar. Yeğen, sitemli bir sesle “Yenge neden kalkmaya çalıştın, ya bir yerini kırsaydın” dedi. Siteme sinirlendi, “Bi gayret şu koyunu ikileyelim, sütçü beklemez” diye azarlar gibi konuştu.

Kimseyi tanımasa da kızının özel biri olduğunu anlamıştı. İnsanlar geliyor gidiyor, o huzursuzlanıyordu. Sonunda dayanamadı, baklayı ağzından çıkardı. Kızına dönüp, “Kız gözü çıkmayasıca, insanlar geliyor gidiyor öyle bakıyorsun, hiç değilse önlerine bir kap yoğurt koy” dedi.

Hastane odasında ziyarete gelenlerin gereğince ağırlanmadığını düşünmüştü.

Güncel hafızasını yitirdiği koşullarda pişirmesi gereken ekmekleri, sağması gereken koyunları ve iyi ağırlanması gereken misafirleri düşünen, her şeyi unuttuğu bir anda bunları unutmayan bu kadın, Uzunyayla’nın her köyünde, her evinde sessizce yaşayıp, görünmeyen emekleriyle aileleri ayakta tutmuş emekçi kadınlardan sadece biriydi. Yakından tanıyorum, annemdi.

Sabah beşte inekleri sağmış, migreni tuttuğu için geri yatmıştı. Ben de tarlaya gitmek için hazırlık yapıyor, dirgeni tırmığı traktörün römorkuna koyuyor, benzin mazot doldurma işleriyle uğraşıyordum. Bir başka köyden amcamın oğlu geldi. “Yengem nerde” diye sordu. Migreni tuttuğunu, inekleri sağıp geri yattığını söyledim.

Amcaoğlu yüzünü buruşturarak “Bu saatte yengem de yatmışsa desene bizim sülalenin de sonu geldi”. Saate baktım, sabahın beş buçuğuydu.

Sabahın beşinde inek sağmakla güne başlayıp, gece yarısına kadar hiç durmadan çalışırlardı.

İnekler sağılır, sabah tarlaya gideceklere kahvaltı hazırlanır, onlar gidince çobanlar kahvaltıya gelirdi.

Kahvaltı faslı bitmeden, tarlaya gönderilmesi gereken azık hazırlanırdı. Tarlaya öğle yemeği gönderildikten sonra koyun sağma faslı başlar, koyun sağmayı sütü peynir, kaymak yapma işi takip ederdi. Hemen peşinden akşam yemeği telaşı alırdı.

Bu arada hamur yoğrulur, ekmek pişirilir, ev temizlenirdi. Ne bulaşık makinesi, ne elektrikli fırınlar… Üstelik su bile helkelerle çeşmeden taşınırdı. Bu rutine bir de yaz aylarında ziyarete gelen yeğenleri, kuzenleri, misafirler ekleyin.

Hiçbir şey atılmazdı. Her şey bir şekilde kullanıma sokulurdu. Yoktan var eder, var olanı yokluk zamanları için büyük bir sanatla kullanırlardı.

Her şeyin en güzeli, en tazesi, en kıymetlisi aniden gelebilecek misafirler için saklanırdı.

Kışlık peynirler, önce köyden uzak olanlar için yapılırdı. Bidonlarla peynir, kilerde ailenin uzak yakın akrabaları için ayrı ayrı dizilirdi. Yaşlı olup da dışarıda olanlara matahoy yapılması zorunluydu.

Adları Rüzüşan, Perihan, Pakize, Dürdane, Safiye, Nesibe, Mualla, Fidan’dı. Biz birçoğunun gerçek adını bilmezdik bile, bizim hacı nenemiz, bibemiz, teyzemiz, yengemizdiler. İsme gerek yoktu.

Sosyalleşmeleri dahi iş yaparken olurdu. İnekleri sığıra katarken, hedik kaynatırken, toplanıp birlikte erişte keserken, harmanda unluk buğdayı elerken, ırmakta yün yıkarken bir araya gelir, hem iş yapar hem tatlı tatlı dedikodu yaparlardı.

Bir başka dilleri vardı. Onların dilinde “yoruldum, usandım, bıktım, yapmam” sözcükleri yer almıyordu. Çalışmayı öylesine içselleştirmişlerdi ki, iş onlar için nefes alıp vermek kadar doğal, vazgeçilmez, reflekse dönüşmüş bir etkinlik haline gelmişti.

Bir başka analık alışkanlıkları vardı. Kendi çocukları kadar, hatta kendi çocuklarından daha fazla köyün çocuklarına, çocuklarının arkadaşlarına analık yaparlardı.

“Yavrum” sözcüğü sadece kendi çocukları için değil tüm çocuklar için özne olarak kullanılan bir sözcüktü. Yavrum; bu tek kelimeyle sınırsız bir sevgi ve güven duygusunu içinize işletirlerdi.

Net konuşur, ama kitabın ortasından söylerlerdi. Sözleri kırmaz ama aklı olanı düşündürürdü.

Nükte nasıl yapılır görürdünüz. Keçiboynuzu ikramınızı, gülerek “Bir dirhem bal için bir çeki odun çiğneyemem” diye reddederken de, küçük kabahatlerinizi anımsatırken de ince zekâ ürünü bir anlatım seçerler, sizi hem mahcup eder hem hayran bırakırlardı.

Şerefiye Köyü, Uzunyayla’nın önemli mesirelerindendir. Topluca Şerefiye’ye gitmiş, kaynak başında piknik yaparken bir dizi aksilik yaşamıştık. Ekmeklerimiz ıslanmış, üstümüz başımız çamur olmuştu. Rezil bir durumdaydık. En küçükleri olduğum için beni ekmek almaya gönderdiler. Gönderirken de tembih ettiler. “… teyze anneannemle teyze çocuğudur. Buraya kadar gelip uğramamak ayıp olur. Nerelisin derse Kazancık, kimlerdensin derse Nakşırlardanım de.”

Öyle de yaptım. Teyze yüzüme dikkatli dikkatli bakıp sordu. Ben de bana tembih edileni söyledim. Oğlu üniversiteden arkadaşımdı, olayı daha sonra ona anlattım. Bir yıl sonra tekrar Şerefiye’ye gittik. Bodrum’da tatil yaptığını bildiğim arkadaşımı arayıp hava attım. Birkaç saat sonra arkadaşımın ablası bir tepsi gubateyle piknik yerine geldi. Deşifre olmuştuk. Piknik sonrası teyzeye ziyarete gittik. Teyze hal hatır sorduktan sonra, ağabeyime döndü, “Yavrum” dedi, “annenle bir karşılaşsam soracaktım bu oğlanların Nakşırlığı nereden geliyor”.

 Ağabeyim kızardı, teyze güldü.

Onlar, çok ağır işçiliği sıradanlaştırarak yapan, çalışmayı kendilerini ifade etmenin yoluna dönüştürmüş, üreterek var olan bir kuşaktı. Hiç kimse 8 Mart’ta onlara “Dünya Emekçi Kadınlar Gününüz kutlu olsun” demedi.

Şimdi köylerde goguş (hindi) yetiştiren, erişte kesen, inek-koyun sağan, hedik kaynatan, ekmek pişiren, kısaca üreterek var olmayı yaşam biçimi haline getirmiş annelerimiz, teyzelerimiz, yengelerimiz ya kalmadı ya da çok çok az kaldılar.

Bizi bırakıp gidenleri -anlamlı mıdır bilmem ama- dile getirmediğimiz tüm 8 Martlar için kutluyorum. Kalanların nasırlı ellerinden öpüyorum. Dünya Emekçi Kadınlar Günleri kutlu olsun.

Sayı: 2019 03
Yayınlanma Tarihi: 2019-03-01

Önceki İçerik“APSNI” 100 YAŞINDA
Sonraki İçerikAlmanya: Genel Kurul
Dr. Murat Özveri
1985 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1998’de İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı’nda “Ekonomik Kriz Koşullarında Toplu İş Sözleşmesi Özerkliği ve Uyarlama Sorunu” başlıklı teziyle yüksek lisansını tamamladı. 2012 yılında aynı bölümden “Türkiye’de Uygulanan Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sistemin Sendikalaşma Üzerine Etkisi (1983-2009)” başlıklı doktora tezini vererek mezun oldu. Tez, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından verilen 2012 yılı Prof. Dr. Cahit Talas Sosyal Politika Ödülü’nü aldı. 1990 yılında başladığı Selüloz-İş Sendikası Genel Merkezi Hukuk Müşavirliği görevini sürdürmekte, Kocaeli Barosu’na bağlı serbest avukat olarak çalışmaktadır. 2004 yılında yayımlanmaya başlayan 3 aylık-hakemli Çalışma ve Toplum Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürütmektedir. Çalışma yaşamına ilişkin bazı çalışmaları kitap olarak yayımlandı; tebliğleri, makaleleri, çeşitli dergi ve kitaplarda yer aldı.