Sürgün aileleri bölmüştü. Kardeş kardeşi kaybetmişti. Nice ölümleri, acıları yaşayan halk; yurt, toprak, sıla, gurbet özlemlerini, sevdalarını, kavgalarını ağıtlarını, ezgilerini (wored’lerini-ğıbze’lerini) dile getiren öyküleri; dedelerinden, ninelerinden dinledi, o acıklı, çileli yaşamı yazıya döktüler. Sürgün edilen halkın yaşamı; en canlı, en zengin haliyle, bitmez tükenmez konularla, sanata, edebiyata, kaynak olmuştur. Çerkes edebiyatçıları gücünü, halkın geçmişinden kopmadan, yaşamda var olan zenginlikten almışlardı. Halk yaşamını kaynak alarak, üstün güzellikte eserler üretmişler, gelecekte de üretecekler. Edebiyatçılara, sanatçılara haklı bir dava her zaman ahlaki bir üstünlük sağlamıştır.
Kuzey Kafkasya’nın emekçi halkı sadece başkaldırılarla, savaşlarla ün yapmış değildir. Onlar, aynı zamanda zengin bir özgürlük geleneği yolunu da açmışlar. Başlangıçta sözlü, sonra yazılı edebiyata, sanata yansıyan o gelenek; roman, öykü, şiir, tiyatro alanında muazzam birikimler doğurmuştur. Sürgünün, savaşların sonrasında, öncesinde, hatta savaş yıllarında bile ünlü Çerkes edebiyatçıları yetişmiştir. Halkın yaşamını, yaşamına yönelik türlü olayları, bir dantel gibi eserlerine işlemiş, sanatın, edebiyatın her alanında pek çok ünlü kişi yetişmiştir. Bu durum biraz da, çetin geçen halkın yaşamının sanata, edebiyata yansıtılmasıyla başarılmıştır.
Çerkes edebiyatçıları, “kitlelerin engin okyanusuna atlamak, bir sanat ve edebiyat için şarttır” önermesinden hareketle sanat yapmışlar. “Sanat, halkın hayatının, düşüncelerinin, duygularının bir yansımasıdır.” Edebiyat, halkın gelenekleriyle, diliyle sıkı sıkıya bağlıdır. Dünya edebiyatçıları gibi Çerkes edebiyatçıları da doğruyu aramaktan geri durmamışlar. Kafkas edebiyatçıları, sanatçıları, yapıtlarında; erdemin, ahlakın, bilginin bir güç olduğunu, bu haklı güçle, halkın yaşamının ayaklar altına alınmasına karşı durmuşlar. Kafkas edebiyat tarihinde edebiyatçılar, ürettikleri ürünlerle halkın yaşamının geçmişle-bugün arasına hiçbir kopukluk girmesine izin vermemişler. Sadece halkın yaşamını değil; ilişkilerini, yaptıkları işleri, söyledikleri sözleri, anlatısal olguları, edebi eserlere konu etmişler.
Ünlü bir Çin filozofu olan Su Ze’nin: “Gerçeği olgularda ara” önermesi Kafkas edebiyatçılarının çalışma yöntemlerine benzemektedir. Çerkes edebiyat tarihinde sanatçılar, ozanlar, toplumsal işlev olarak bilgiyi hep yeni, taze bir güce dönüştürmüşler. Çağdaş olan, yeni düşünceleri halkın hizmetine sunarak, onların özgürleşmelerinin önünü açmak için edebiyat, sanat yapmışlar. Bir Adige sözünde; “Arının bulunduğu yerde bal olur” denildiği gibi, halkın yaşamının çetin olduğu yerde de edebiyat, sanat olur, gür olur.
Edebiyatçılar, sanatçılar, kitlelerin geçmişinde var olan çeşitli olayları yaşamla birleştirmişler. Halkla birleşme, bütünleşme edebiyatı başlatmıştı. Edebiyatçılar edebiyatı, sanatçılar sanatı, halkın yaşamıyla buluşturmuşlardı. Diaspora edilen halk, sürgünle ülkesini terke zorlanmanın acılarını ağıtlara dönüştürmüş, ayrılıkların öykülerini dinleyerek büyümüştü. O öyküler sanata, edebiyata dönüştürülmüştür. Savaşın çetin koşulların yıldıramadığı, kılıç – kurşun yarasının ağlatamadığı nice Çerkes kadınını, erkeğini, gencini, yaşlısını; sürgün, gurbet ağlatmıştır.
Çerkes insanının çektiği acılar, ayrılıklar ölümlerden arda kalan o yaşam, büyüklerden dinlenilmiş, şimdilerde edebiyatçılar tarafından yazıya dökülmüştür. Onların yüreklerindeki sevdalar, kasvetler, düğüm düğüm olmuş yurt özlemleri, ülkelerine dönme arzuları, sürgün öykülerine konu olmuştur. Sürgünün çocukları, ülkelerinden uzaklaştırıldıktan sonra bambaşka bir yaşama ayak uyduramadılar. Birinci kuşak, dil, yol yolak bilmemenin sonucu olarak parçalanmış olmanın getirdiği zorlukları yenmeye çalışırken, bugün üçüncü kuşak, geçmişin sancılarını öykülere, romanlara yansıttı. Öyküler, anlatılanlar, yazılanlar, o acılı yaşamın içerisinden süzülüp çıkmıştır.
Çerkes edebiyatçıları, sürgünün, yoksulluğun, ülkesinden ayrıldıktan sonra yaban diyarlarda kalmış olmanın, bambaşka yaşama ayak uyduramamış, umduğunu bulamamış olanların öykülerini eserlerine yansıttılar. Sevdiğinden ayrı kalmış, sevdiğine kavuşamamış, onu bulamamış, feodal baskıya karşı koyamayınca da canından olmuş, farklı kültürden, dilden halkların arasına karışmış olmanın; kadınların, erkeklerin yaşamlarını öykülerine, romanlarına, konu ettiler. Bilir misiniz siz sürgünün acısını? “İnsanı acıları ağlatır, mutlulukları güldürür” denilerek, halkın yaşamı üzerine ne varsa tümünü konularında işleyerek acılarla ağlatmış, mutlulukla güldürmüş, müziği, danslarıyla coşturmuş, doğayı sevmeyi öğretmiş, dostluklarını önemsemiş, toplumsal kötülükleri, ihanetleri affetmemiştir.
Halkın öyküleri gözlerde nem, dillerde ağıt olmuş anlatılmıştı. Sürgün, sürgünle bir halkın başına gelenlerin acısı… Çerkes edebiyatı içerisinde yazılmış, yazılmamış insanın öyküleri… Geride, anayurtta kalanların etkilenmişlikleri! Onlarında ailelerinin parçalanmış, yabancı gök altına savrulmaları. Başa gelenler, sömürgeci Çarlık yönetiminin işgali, baskıları, yakılan, yıkılan köylerin yağmalanması, insan hayatları, ayrılıklar… Sömürgecilerin işbirlikçisi, feodalitenin, onların destekçisi din görevlisi naiplerin, din sömürüsüyle çeşitli entrikaları… Bütün bunlar, bir halkın yaşamıydı. Edebiyatlaştırılmıştı.