“Bu ülke, çok çeşitli yasları taşıyanların ülkesi”

0
735

Mario Levi şüphesiz Türk ve dünya edebiyatının önemli ve bilinen isimlerinden biri. Yeni kitabı Bir Cuma Rüzgârı geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Gördüklerimiz Göremediklerimiz serisinin bu ilk kitabı Kadıköy’de bir cuma gününü anlatıyor. Kitaptaki karakterlerin her biri her an karşınıza çıkabilir ya da zaten bir sohbet etmişliğiniz varmış gibi hakiki duruyor. Yazarla biraz edebiyat, biraz Türkiye’de azınlık olma durumu, biraz anadil üzerine yaptığımız sohbet doyumsuzdu. Umarım bu keyfi okurlara aktarabilmeyi başarmışızdır.

-Hayranlık duyduğum bir çalışma temponuz var. Öncelikle bu yoğunlukta bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum. Bildiğim kadarıyla; aileniz 1492 yılında Endülüs’ten göçmüş İstanbul’a.
-Aslında Endülüs’ten çok emin değilim. İberia Yarımadası’ndan göç ettiklerini biliyorum. Biz genel olarak Endülüs diyoruz ama bu Kastilya Bölgesi de olabilir. Mesela Toledo olabilir. Toledo da çok geniş bir Yahudi nüfusunu barındırıyormuş zamanında ve o günlerde Madrid’ten önceki başkentmiş. Bunların hepsi mümkün ama biz genelde Endülüs demeyi seviyoruz.

-İbn-i Haldun’un sizin de sık kullandığınız bir cümlesi var: “Coğrafya kaderdir”. İstanbul’da İspanya’dan göç etmiş ve hem Yahudi hem Osmanlı kültürü ile yoğurulmuş bir birey olarak var olmak nasıl bir kader?
-Bu soruyu ben de kendime çok sordum. 1492’de böyle bir kovulma, sürgün edilme olayı olmasaymış nasıl bir hayatım olurdu? Muhtemelen orada yaşamaya devam edecekti atalarımız. Çünkü burada bizim 530 yıllık bir tarihimiz varsa orada da 1000 yıllık bir tarihimiz varmış.

-Kök salınmış aslında orada.
-Tabii kök salınmış. Arapların, Müslümanların gelmelerinden önce, Vizigotlar döneminde de oradaymışız. Birincisi; bu göçün, farklı kültürleri bir arada yaşamak açısından beni zenginleştirdiğini düşünüyorum doğrusunu söylemek gerekirse. İkincisi; her zaman söylediğim ve savunduğum gibi; İstanbul benim için dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Gördüklerimle mukayese ediyorum da…

-Kadıköy Çarşısı da en güzel çarşısı.
-Bence bütün dünyanın en güzel yerlerinden biridir Kadıköy Çarşısı, doğru. Haliyle bu zorunlu göç aslında beni bazı farklı tarihler ve kültürlerle buluşturmak açısından da zenginleştirdi diyebilirim. Buna çok benzer bir durum terk edildiği sırada İberia’da da vardı. Orada da üç din bir arada idi ama sonra Katoliklik çok baskın bir din olarak bütün öteki dinleri sindirdi. Orada da burada da farklı inanç birlikteliklerinin çok faydalı olduğuna, bu alışverişin bireyi ve toplumları tekdüzelikten kurtardığına inanmışımdır. Bu sebeple İstanbul’a gelişimizin bir kazanç olduğunu da düşünüyorum.

-Burada da bir zenginlik yaşandığını mı düşünüyorsunuz?
-Evet. Buraya 15.yy sonlarında gelindi. 16.yy’da çok farklı kültürlerin cem olduğu bir yer İstanbul. Dolayısıyla kendini geliştirme imkânı buluyor insanlar. Bu sebeple atalarımın buraya bu şehre intibak etmek konusunda çok fazla zorluk çekmediklerini düşünüyorum. Tabii tarih süreci içinde zorluklar yaşandı, ama çok fazla bir zorluk çekmediklerini düşünüyorum. Dolayısıyla çok kötü olmadı bence. İspanya’da hayat devam edebilirdi belki bilmiyorum ama İstanbul’u tanımayacaktık o zaman.

-“İstanbul Bir Masaldı” kitabını yazdığınız sıralarda verdiğiniz röportajlardan birinde diyorsunuz ki “Bir daha böyle bir roman yazmayacağım.”
-Evet.

“Biz aslında bize aktarılan çok derin bir duygunun dilini aktarmaya çalışıyoruz”

-Etnik kimlik, kültürel farklılık üzerine ifade edeceklerinizi tamamlamış olduğunuzu mu düşündünüz?
-Hayır. O röportajı ben çok iyi hatırlıyorum tabi. 1999 yılında verdiğim bir röportajdı. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ bazı yönleri ile unutamadığım bir röportajdır, doğrudur. Aslında birincisi; “Bir daha bu kadar hacimli bir roman yazmayacağım” demek istedim çünkü yedi yılımı vermiştim o romana. Haliyle bir romana daha yedi yılımı verecek ne isteği bulabildim içimde ondan sonra ne de gücü. Dolayısıyla bir daha böyle bir roman yazmayacağım derken amaçlananlardan biri buydu. Fakat bir sebep daha vardı; ben kendimi öncelikle bir yazar olarak görüyorum ve sadece İstanbul Bir Masaldı gibi romanlar yazmaya devam etmek, belirli bir azınlığın hikâyelerini yazmaya devam etmek yanlış ve istemediğim bazı algılamalara sebep olabilirdi. Belirli bir topluluğun sözcülüğüne soyunduğum şeklinde anlaşılabilirdi. Oysa ki amacım bu değildi yani bir toplum sözcülüğüne soyunmak değildi. Amacım yaşanmışlıklardan hareketle içselleştirmiş olduğum bir bilgiyi edebiyata yansıtmaktı. Oradan bir edebiyat çıkarmaktı aslında. Burada böyle bir algılama her zaman için olabilir. Nitekim ilerleyen yıllarda da bu konuda göstermiş olduğum tüm çabaya rağmen bu algı yok olmadı. Belirli bir kültürün yazarı gibi görüldüğüm oldu. Çok büyük bir mahzuru yok bunun aslında. Neticede benim farklılığımı ortaya koyuyor ve farklılığımı öne sürüyorum. Ama kaygım şuydu; sadece bu değildi yapmak istediğim. Öncelikle edebiyat yapmak istiyorum. Bu tehlikeli sınırın, ince sınırın ona göre algılanması gerekiyordu.
Yaptıklarımdan memnun muyum? Evet, memnunum yani yapmam gerekenleri yaptığıma inanıyorum çünkü birçok farklı kültür bu ülkede görmezlikten gelindi. İrdelenirse bu görmezlikten gelinmenin de birden çok sebebi var. Ama edebiyat aslında bir sahicilik aynı zamanda. Bu farklı kültürlerin ne gibi duygulardan beslendiğini, ne gibi bir tarihten beslendiğini anlatmak da önemliydi. Bu sebeple o röportajda aynı zamanda ‘ben bir gönül borcu ödedim’ dedim. Herkesin de böyle bir gönül borcu ödemesi gerektiğine de inanıyorum.

– Bildiğimiz kadarı ile Ladino dilini konuşabiliyorsunuz ve hatta bu konuda güzel sürprizlerin hazırlığı içerisindesiniz. Anadili meselesi her zaman azınlıkların gündeminde oldu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
-Kendimi üç anadilli bir yazar olarak görüyorum ve bu diller arasında bir ayrım yapamıyorum. Nedenine gelince dedem de anneannem de anne tarafı daha frankofon bir aile idi. Onlarla dünyaya gözümü açmaya başladığımda Fransızca konuşmaya başladım. Dolayısıyla Fransızcayı evde tüm doğallığıyla öğrendim. Babaannem Fransızca bilirdi. Hiç de fena değildi, kültürümüze çok önem veren bir kadındı gerek yemekleriyle, gerek dille, gerek inançla… Bu sebeple de bir gün “Mario mutlaka Ladino’yu öğrenecek” dedi ve kendisi bana evde bu dili öğretti, bugün eğer bu dili öğrenebilmişsem ona borçluyum. Anne babamla da tüm doğallığı içinde Türkçe konuşuyorum. Dolayısıyla üç dil kendiliğinden oluştu. Bu yüzden de ‘Benim bir tek yabancı dilim var, o da İngilizce’ diyorum. Öteki diller yabancı dil değil yani ne Fransızca yabancı dil ne de İspanyolca yabancı dil benim için. Kaldı ki biz aile içinde Ladino dediğimiz dili konuşurken hiçbir zaman Ladino demeyiz. İspanyolca deriz. Espanyol deriz.

-Ladino dışarıdakilerin gözüyle takılmış bir isim mi?
-Evet. Yalnız Ladino kelimesi nereden gelmektedir kelime kökeni olarak, konunun uzmanları bile anlaşabilmiş değil. Neden bu dile Ladino denmiştir? Bu dünya çapında bir anlaşma gibi; Ladino diye bir dil var ama Sefaradlar aralarında konuştuklarında Espanyol derler, Ladino demezler. Bir de Judeo-Espanol denir Ladino’ya, yani Yahudi İspanyolcası. Çünkü bu dil 15. yy’dan 20. yy’a kadar kuşaktan kuşağa aktarılarak getirildi ve burada, Osmanlı coğrafyasında farklı bir kimlik kazandı. Yani 15. yy söylenişleriyle taşındı ve o sırada kullanılan yabancı dillerden kelimeler aktarıldı dile. Bu yüzden dil Yahudi İspanyolcası oldu. Yahudiler’in kullandığı bir İspanyolca oldu. Öyle bir ad da aldı ve tabi bu dili bilmek çağdaş, günümüz İspanyolcası’nı öğrenmek konusunda bana çok yardımcı oldu. Çok kolay öğrendim çünkü bir kulak dolgunluğu var hemen adapte oluyorsun. Bu dil ısrarla evlerde kuşaktan kuşağa aktarıldı.

-Halen mi?
-Hayır, bizim kuşağa kadar geldi. Yani bizim kuşak bugün 1950 doğumlular bu dili evde öğrenmiş olan son kuşaktır.

-Evdeki günlük konuşmalarla mı aktarıldı?
-Evet evdeki günlük konuşmayla aktarıldı. Son kuşağız biz. Aslında bunun da birçok sebebi var. Bu konularda bazı seminerler de veriyorum. En basitini size söyleyebilirim. Biz şu anda 60’lı yaşlarımızdayız artık. 1950’li yıllarda doğduk. Kimimiz 54, kimimiz 55, kimimiz 57… Annelerimiz, babalarımız Cumhuriyet çocukları yani Cumhuriyet’in ilk kuşağı. Babam 1929 doğumluydu, annem 1934. Dolayısıyla Cumhuriyet’in ilk kuşağı. Onlar Türkçe öğrendiler.

“Azınlık toplumlarında, doğru olduğunu söylemiyorum, anadili bir yük olarak görülmeye başlanır”

-Ulus Devlet mi diyeceğiz?
-Ulus Devlet. Onlar Türkçe öğrendiler, Türk ilkokullarına gittiler. Dolayısıyla aralarındaki anlaşma dili Türkçe oldu. Anneannelerimiz, babaannelerimiz okula gitmediler. Türk okullarına gitmediler. Sadece erkekler ticaret yaptıkları için öğrendiler Türkçeyi. Ötekiler öğrenmedi. Çünkü ihtiyaçları yoktu. Yaşadıkları mahallelerde bakkal Yahudi, kasap Yahudi, meyhaneci Yahudi. Yani herkes Yahudi. Dolayısıyla aralarında İspanyolca konuşuyorlar. Kadınlar aralarında alışverişi yapıyor zaten. Onlar kimdi? Onlar bizim anneannelerimiz ve babaannelerimizdi. Biz onların torunlarıydık, onlardan öğrendik bu dili. Bizim çocuklarımızın zaten anneanneleri, babaanneleri Türkçe konuşuyordu. Böyle bir geçiş oldu.
Bana göre son derece hazin bir gelişme. Kalsaydı daha iyi olurdu ama şartlardan ötürü bu dil kaybolacak.

“Azınlıklar güce taparlar”

-Çok zor bir cümle bu hele kaybolan dil ana dillerinizden biri ise…
-İlerisi için benim ne gibi bir katkım olur bilmiyorum, yeni kuşaktan öğrenecekler olur mu? Zor gibi geliyor bana. Çok zor. Bundan sanki herkes bir şekilde kurtulmak bile istiyor. Bu acı bir şey ama toplumlarda bunlar olur. Azınlık toplumlarında bunlar yaşanır. Bir yerden sonra, çok yanlış olarak, bunun doğru olduğunu söylemiyorum, çok yanlış olarak bu bir yük olarak görülmeye başlanır.

-Azınlık toplumunun kendisi tarafından da mı demek istiyorsunuz?
-Evet. Bir yük olarak görülmeye başlanır. Bu çok yanlış ama böyle çünkü insan farklı olmak istemez, birçok insan farklı olmak istemez. Ben bunu savunduğumdan söylemiyorum. Bu böyledir. Mesela benzeri bir süreç bugün Almanya’da yaşanıyor Türkler arasında.

-Bu süreçle ilgili sizin bir çarpıcı ifadeniz vardı. Azınlıklar güce taparlar demiştiniz.
-Evet, azınlıklar güce tapar.

-Aslında onunla bağlantılı bir şey herhalde farklı olmamak dediğiniz.
-Maalesef öyledir. Çok sık gittim geldim Almanya’ya. Orada konuşmalar yaptım. Davet edenler arasında Türk dernekleri de vardı. Birkaç yıl önce orada bana ‘Hürriyet Frankfurt kapanacak’ dediler. Neden? Artık hiç kimse ilgi göstermiyor gazeteye. Üzülüyorlar. Ben de “Gerçekleri hâlâ görmediniz mi? Geç bile kaldınız. Bitecek, tabii ki kapanacak” dedim. Bugün artık dördüncü kuşak dediğimiz kuşak Almanya’da doğan, Türkçe konuşmayacak. Bu bir tercihtir çünkü ‘artık ben Almanım’ diyecek ve bu böyle devam edecek. Bu çok derin bir mesele. Oradaki yeni kuşak Türklerin psikolojisini çok iyi anlıyorum ve bunu anlattım da kitaplarımda.
Düşünün ki; çocuğum, ilkokula gidiyorum, dokuz on yaşlarındayım. Anneannem, babaannem arkadaşlarıyla sokakta yürürlerken İspanyolca konuşuyorlar. Ben onların yanındayım. Peki, ben ne hissediyorum biliyor musunuz? Utanıyorum. Utanıyorum, Türkçe konuşsunlar istiyorum. Çünkü öyle bir psikolojiyle yetişiyorsun. Ne kadar büyük bir haksızlık etmişim. Şimdi utandığım için utanıyorum. Ne kadar büyük bir haksızlık etmişim ama o insanlar da böyleydiler işte. Böyle yaşamak zorundaydılar. Kaybetme süreci işte böyle oluyor. Kaybediliyor, maalesef kaybediliyor. Kesinlikle ve kesinlikle asimilasyonun temelinde dil vardır. Bir toplumu asimile etmek istiyorsan önce dilini asimile edeceksin. Hatta bir toplumu yok etmek istiyorsan bence dilini yok edeceksin ama şimdi elimden geldiği kadar direnç gösteriyorum.

-Çok kıymetli bir direnç. Azınlıkların, sürgünlerin ortaklaşan hikâyeleri var sanki.
-Var.

-Sizden İspanya’dan Osmanlı’ya geldikten sonra 300-400 yıl boyunca çekmecelerde İspanya’daki evlerin anahtarlarının saklandığını öğrendim.
-Bu çok trajik bir şeydir evet.

-Bunu hatırlatan bir durum Çerkeslerde de var. Osmanlı’da yerleştikleri bölgelerde çok da yerleşmedikleri ve Anavatan gördükleri Kafkasya’ya nasılsa döneceklerini düşünerek yaşadıkları uzunca bir süreç olmuş. Nesilden bahsediyorum uzunca bir süreç derken. Bu çok travmatik bir şey. Terkedilen evin anahtarını 300-400 yıl saklamanın bugünkü varoluş hallerindeki karşılığı nedir sizce?
-Artık ev yok yani o evin kendisi yok ama hâlâ anahtarı var. Bir şeyleri kaybetmek aslında yastır, matemdir. O matemi taşımayı bilmek gerek. Kolay bir şey değildir o. Haliyle tabii ki bir yerde kaybedilen bir parça olarak görülür bu. Yani bence Kafkasya’ya dönme psikolojisi ile İberia’ya dönme psikolojisinin hiç farkı yok ve şimdi bu vesile ile araştırma yapıyorum birçok konuda. Enteresan bir şey keşfettim. İlk kurulan cemaatin adı ‘Geruş’ İstanbul’da. ‘Geruş’ kovulma demektir. Yani kovulmuşlar cemaati koymuşlar kendi adlarını anlatabiliyor muyum? Ve ilk kurulan havranın da adı ‘Geruş’. Bu da çok önemli bir şey çünkü Sefaradların kurduğu ilk havra. İstanbul’da aslında başka Yahudiler varmış İspanyol göçmenler geldiğinde. Onlar da Bizans’tan kalma Yahudiler. Romanyot’lar dediğimiz.

-Uzmanların travma olarak ifade ettiği süreçlerden konuşuyoruz. Bütün bunları yaşadıktan sonra, 400 yıl o anahtarı sakladıktan sonra ya da Çerkesler için benzeri diğer kareleri yaşadıktan sonra dönüp de herkes gibi olmak mümkün mü? Bugün de bunun bir karşılığı yok mu? Ne yapsanız yok mu? İyisiyle kötüsüyle.
-Bizim kuşak için mümkün değildi çünkü bir birtakım anılarla büyüdük. Ben bu psikoloji olmasaydı böyle bir romanı yazmaya yeltenmezdim. En azından içimden gelmezdi. Ama bizden sonraki kuşaklar için mümkün maalesef. Çünkü ne olursa olsun artık o kadar güçlü bir duygu değil. Ladino dili ile ilgili sempozyumlardan birinde bir soru sordum; aslında biz bu dili neden böyle yaşatmaya çalışıyoruz? Bu sadece bir toplumun bir tarihin dilini yaşatmak mı? Tamam, evet kulağa çok hoş geliyor doğru ama biz aslında çocukluk ülkemizin dilini yaşatmaya çalışıyoruz dikkat ederseniz. Biz aslında bize aktarılan çok derin bir duygunun dilini aktarmaya çalışıyoruz. Bu öyle bir kültüre sahip çıkmakla açıklanamaz. Başka bir şey var. Dolayısıyla mümkün değil bizim için aynı olması, mümkün değil. Çocuklarımız için nispeten ama torunlarımız için belki bilemiyorum bu konuda. Çünkü bir dilin konuşulması için yani hayatın içinde olması için ihtiyaç olması lazım. Bir dilin ihtiyaç olması lazım. Oysa ki gelişmeler bunu böyle göstermedi. Maalesef birçok dil zamanın akışı içinde geriliyor, kayboluyor.
Şu anda tahminlere göre bütün Dünya’da eski İspanyolca konuşabilen 80 bin ila 100 bin arasında kişi var. Bir futbol stadını, büyük bir futbol stadını ancak doldurursun. İspanya’daki statlardan birini zor doldurursun. Yeni kuşakta işte o etkiler azalıyor. Bu yüzden de bunun edebiyatının yapılmasının çok büyük bir değer taşıdığına inanıyorum çünkü bir şeyler insanlık tarihine bırakılmalı. Anlamı olmalı. ‘Budur, bunu yaşatacağız’ şeklinde.

-Biraz son kitabınızdan söz edelim. “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy”. Yedi ciltlik roman serisinin ilk kitabı. Devam edecek diye anlıyorum. “Gördüklerimiz Göremediklerimiz” başlığını koymuşsunuz.
-Üst başlığı o evet.

-Gördüklerimiz mi belirliyor kim olduğumuzu, göremediklerimiz mi?
-Zaten benim istediğim soruyu sormuşsunuz. Edebiyat her şeyden önce soru sormaktır ve soru sordurmaktır. Ben eğer bu soruyu sordurabilmişsem size o zaman zaten başarıya ulaştım demektir. Ama ne düşünüyorum onu söyleyeyim; hem gördüklerimiz var, hem göremediklerimiz var. Böyle de bakabiliriz meseleye. Gördüklerimiz ve orada gizli bir “ve” var diyelim ya da her gördüğümüz görmemiz gereken değildir. Yani gördüklerimiz arasında göremediklerimiz vardır. Benim için asıl manalı olan ikinci kısım ‘gördüklerimiz arasında göremediklerimiz vardır’. Yani buna herkesi katıyorum. Dolayısıyla ‘bir şeyi görüyorsunuz ama ne kadar görüyorsunuz, ne kadarını gerçekten görüyorsunuz’ işte o soru işareti.

-Dedeniz 1904 yılında doğmuş. Bir röportajınızda; “Son yıllarda kendisini çok yabancı hissediyordu İstanbul’a” demiştiniz. Azınlık olarak yaşadığınız bu toplumda kendinizi ne kadar onlardan biri olarak görüyorsunuz?
-Bir yabancılık duygum var onu öncelikle söyleyeyim. Ama galiba daha evrensel bir yabancılık duygusu. Ben kendimi artık muhafazakâr bir insan olarak tanımlıyorum. Muhafazakârlık ile tutuculuk arasında bir fark var. Tutuculuk yeniliklere tamamen kapalı olmak demektir. Yeniliklere çok kapalı değilim. Kendimi muhafazakâr olarak tanımlıyorum çünkü kendimi 21. yüzyıla ait hissedemiyorum. Ben 20.yy’a ait bir insanım. 20.yy’ın insani, siyasi, sosyal, bireysel değerlerini taşıyorum. 20.yy’da ilericilik sayılanlar bugün artık muhafazakârlık oldu.

-Siz onları muhafaza etmek istiyorsunuz.
-Ben onları muhafaza etmek istiyorum. Dolayısıyla muhafazakâr bir insanım ve şöyle söyleyeyim, muhafaza edilmeyi hak eden değerler olduğu müddetçe muhafazakârlık iyidir. Bu muhafazakârlığın içinde az önce konuştuğumuz konular da var. Her şey benim için bir bütün. Ama bu yüzden, evet galiba her geçen gün ben de biraz yabancılaşıyorum bulunduğum ortama ama bulunduğum dünyaya da yabancılaşıyorum aslında.
Komik bir şey geldi başıma; 2012 senesinde ‘İstanbul Bir Masaldı’ Fransızca yayınlandı. Fransa’da birtakım yerlerde tanıtımları yapılıyor. Yayıncım da butik bir yayınevi. Sahibi Fransız bir kadın. Arada kadına 1976-77 yılının Paris’inde şu şöyle idi, bu böyle idi diye anlatıyorum. O zaman kadın dayanamadı ve ‘Paris Bir Masaldı diye bir roman yaz o zaman!’ dedi bana. Paris’e de kendimi çok yabancı hissediyorum artık ama bazı yerelliklerin de güzel olduğunu düşünüyorum çünkü o yerellikler sayesinde de birtakım ilham kaynakları buluyorum. Benim yerelliğim İstanbul. Elimden geldiğince bunu sürdüreceğim.
Aslında benim yazmam bir anlamda bir karşı çıkış. Bütün yapılanlara bir karşı çıkış. Gittiği yere kadar gider artık diyorum, çevremdeki bazı insanların, bazı hırslara kapıldıklarını gördüğümde gülümsüyorum ve üzülüyorum onlar için aslında. Eskiden kızardım, şimdi sadece gülümsüyorum,. Çünkü bunu bir zavallılık olarak görüyorum. Dedem de bana anlatırdı; hiçbir şey için artık sahip oldum, şöyle oldum, böyle oldum demeyeceksin derdi. Çünkü her an her şeyi kaybedebilirsin.

-Aslında sürgünler belki de bunu en derinden öğrenmiş olanlar.
-Elbette. Sürgünler bu konuda daha hazırlıklı bazı durumlara çünkü bir şey aktarılıyor, bir deneyim gelenek aktarılıyor, bir hayat görüşü aktarılıyor. Düşünebiliyor musunuz az önce size bin yıllık ülkelerini kaybetti insanlar dedim. Birdenbire bir kararname ile, gidiyorsunuz bu kadar basit. Dolayısıyla insanlar bırak servetlerini, şöhretlerini, iktidarlarını… Ülkelerini kaybediyorlar. Ait oldukları coğrafyalarını kaybediyorlar daha ne olsun. Bu sebeple bunlara bağlı kalmak çok önemlidir. Öyle acı bir tarihten geliyoruz ki; Kafkasya tarihi çok acılı biliyorum. Rumeli tarihi acılı değil mi?

-Öyle.
-Rumeli tarihi de çok acılı. Bazı cahiller Osmanlı İmparatorluğu derken Müslüman dünyası, Arap dünyası vb… diyorlar. Aslında Osmanlı için Anavatan Rumeli’dir, Ortadoğu değil. Bu ülke, çok çeşitli yasları taşıyanların ülkesi. Bizim yasımız var, Rumeli yası var, Kafkasya yası var… Bu kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bu bir halet-i ruhiye ve öte yandan edebiyat açısından müthiş bir ilham kaynağı çünkü söylenebilecek çok şey var. Çok insan hikâyesi var.

-Okur da çok zengin.
-Okur da çok zengin tabii. Yapabileceğimizi yapıyoruz.

-Farklı konumlardaki, farklı hayatlar içindeki Yahudiler’in farklı soykırımlara yaklaşımları nedir? Örneğin; Çingeneler’i, 1915 tartışmalarını, 1864 Çerkes Sürgünü’nü kast ediyorum. Nasıl bir yankı buluyor?
-Bu mesele çok boyutlu. Birincisi genel bakış açısından değerlendirebilirim, ikincisi kendi bakış açımdan. Bir kere benim için her sürgün ve her toplumsal yara çok derin bir acının kaynağıdır ve bu acılarla elimden geldiğince bir özdeşlik kurmaya çalışırım. Bu benim bireysel duruşum. Şimdi öteki meseleye gelince; tarihte birçok soykırım var. Ruanda’da da bir soykırım yapıldı daha çok yakın bir zamanda. Bosna’da da bir soykırım yapıldı. Burada terminolojide bir anlaşmazlığa düşülüyor. Bunlar soykırım mı değil mi? Ben bu tartışmanın içinde olmak istemiyorum çünkü benim için her insanlık acısı değerlidir. Adı katliam, yok etme, soykırım her ne olursa olsun benim için önemli olan orada yaşanan hayatlar ve o hayatların bana vermiş olduğu duygudur. Bana vermiş olduğu esindir, ilhamdır. Fakat genel olarak şunu söyleyeyim en azından bu konuda çok belirleyici olan lobi yani Amerika’daki Yahudi lobisi Yahudi Soykırımı’nı benzersiz olarak tanımlamaktan yana. Öyle bir duruşu var. Ben çok katılmıyorum buna ama ‘Benzersizdir, bir tek soykırım vardır o da budur’ deniyor. Buna karşı çıkanlar elbette var, herkesin anlaşmış olduğu bir konu değil ama böyle bir görüş de var. Bunun da birçok sebebi var aslında.
Toplumların kültürünü toplumsal hafızanın korunmasını belirleyen ve kültürlerin yaşatılmasını belirleyen unsurlar nelerdir? Gelin buradan bakalım. Bunlardan bir tanesi dildir. Onu söyledim. Öteki dindir ama din konusu fevkalade muğlak çünkü dindar olan var, olmayan var. Toplumları kültürleriyle nasıl ayakta tutacaksın? Nasıl konsolide edeceksin? Nasıl bir kültürü canlı tutacaksın? Belki de bir felaket üzerine… bunun çok önemli olduğuna inanıyorum. Üzerine düşünmek gerekir.

“Bir şeyleri kaybetmek aslında yastır, matemdir. O matemi taşımayı bilmek gerek”

-Çok pahalı değil mi bu?
-Evet çok pahalı ama bir düşünün; Amerika’da 6 milyon Yahudi var, araştırma yapıyorlar ve görüyorlar ki toplumun %40’ı artık sinagoglara gitmiyor. Büyük oranda karışık evlilikler yapıyor. Demek ki din artık eskisi kadar güçlü bir unsur olmaktan çıkıyor. Bir şeyle bağlayalım bunu yani günümüzde geçerli olan bir değerle bağlayalım.

-Toplumu bir arada tutmak için dinin yerine başka bir şey koymayı düşündüler mi diyorsunuz?
-Holocaust, soykırım söyleminin gündemde tutulma nedeni buradan da kaynaklanıyor. Çünkü insani ve hâlâ geçerli olan değerlerden söz ediyor…diasporadaki bir Ermeni entelektüele sormuştum. Çok sertti soykırım konusunda. Dedim ki bir de böyle düşün meseleyi; Ermenileri bir arada tutmak için bunu yapıyor olamaz mısınız? Bu bir eleştiri değil, bu sadece bir tespit. Kıymetli mi, kesinlikle kıymetli. Bedeli ağır evet ağır, pahalı evet pahalı, ne yapalım.

-Sizce işe yarıyor mu?
-Dünya Yahudilerinde çok işe yaradı. Bu yüzden de edebiyat önemli.

-Diasporada Ladino dilinde yazılmış eserler var mı?
-Var, iki boyutta var. Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkmış eserler oldu fakat onları okumak için uzmanlık lazım çünkü Latin harfleri ile yazılmadılar. Ladino dilinin kendine özgü bir alfabesi var İbranice’ye benzeyen bir alfabe bu, Rashi denilen bir alfabe ve o alfabe ile yazılmış çok metin var. Ama biz onları okuyamıyoruz. Onun dışında günümüzde yapılanlarla ilgili araştırma yapıyorum; bir yerde birinden söz ettiler ama henüz metinlerine ulaşamadım. Enteresan, bu Arjantinli bir şair. Hem İspanyolca hem Ladino dilinde yazıyor şiirlerini. Önemli bir şey.

-“El Amaneser” Ladino dilinde mi?
-El Amaneser Şalom gazetesinin yanılmıyorsam ayda bir çıkan eki. Ladino dili ve Latin alfabesi.

-İspanya ve Portekiz aradan seneler geçtikten sonra Seferadlar’a diyor ki; ‘Buyurun vatandaş olabilirsiniz’. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Çok iyi değerlendiriyorum. Vatandaş oldum zaten. Şu anda çifte vatandaşlığım var. Bu sadece hoş bir şey. Her şeyi bırakacağız İspanya vatandaşlığına geçeceğiz şeklinde bir tavır değil ama o da bir yerde bulunsun.

-Hocam teşekkür ederiz. Hrant Dink’in öldüğü gün demişsiniz ki; “Bu ülkeden gitme vakti geldi Mario” Lütfen kalın diyerek bitirmek istiyorum.
– Daha yazacak bir sürü şeyimiz var. Daha dur, daha dur. İnşallah yazmaya devam ederiz yeter ki sağlığımız elversin. Yazacağız ve yaptığım hesaba göre en az bir on beş seneye ihtiyaç var. O on beş senede yeni projeler de oluşacak. Bu iş kolay kolay bitmez galiba öyle söyleyeyim. İşimiz var yani. Benim kendimle işim var yani dur bakalım. Gidebileceği yere kadar gidecek.

***

Mario Levi

1957 yılında İstanbul’da doğdu. Saint Michel Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1970’li yılların ortalarında yazmaya başladığı ilk hikayeleri elbette yayınlanmadı. İlk yazılarıysa 1984 yılından başlayarak Şalom, Stüdyo İmge, Cumhuriyet, Hokka, Argos, Cumhuriyet Dergi, Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri, Gergedan, Varlık gibi gazete ve dergilerde çıktı.
İlk kitabı Jacques Brel: Bir Yalnız Adam 1986 yılında yayınlandı. Üniversite bitirme tezinden hareketle yazdığı bu romansı biyografiyi 1990 yılında çıkan ve kendisine o yılın Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandıran Bir Şehre Gidememek adlı kitabı izledi. Ertesi yıl ikinci hikaye kitabı Madam Floridis Dönmeyebilir yayınlandı. Bir sonraki yıl daha çok bir uzun hikaye ya da anlatı olarak görmeyi tercih ettiği ilk romanı En Güzel Aşk Hikayemiz sırasını aldı. Bu kitabın ileride yazacağı ve 2005 yılında okurla buluşan Lunapark Kapandı’nın kaynağını oluşturduğunu sonradan anladı. Bu arada birçok okur tarafından artık bir klasik gibi görülen İstanbul Bir Masaldı’yı yazdı. 1999 yılında yayın hayatına katılan bu kitabı yazarken böyle bir değerlendirmeyle karşı karşıya kalacağını da 2000 yılının Yunus Nadi Roman Ödülü’ne layık görüleceğini de tabii ki bilmiyordu.
2005 yılı aynı zamanda Bir Yaz Yağmuru kitabını okur karşısına çıkardığı yıldır. Bu kitap yayın hayatının ilk yirmi yıllık bölümünde farklı gazete ve dergilerde yayımlanmış, bizzat kendisi tarafından seçilmiş ve değerlendirilmiş yazıları bir araya getirmiştir.
2009’da bir dönemin ruhunu dile getirmeye çalıştığı Karanlık Çökerken Neredeydiniz çıktı. 2013 yılında Size Pandispanya Yaptım adlı romanı okurla buluştu. 2015’te Bu Oyunda Gitmek Vardı, ertesi yıl tek cümlelik hikayelerden oluşan Bir Cümlelik Aşklar ve 2017’de Yanlış Tercihler Mahallesi Everest Yayınları tarafından yayımlandı.
Yazar halen Yeditepe Üniversitesi’nde Yazı Yaratımı dersleri veriyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz