Kibir ve intikam ve de iktidar

0
1998

Hep bir ağızdan kutuplaşmadan bahsediyoruz ama galiba bu kutuplaşma Türkiye’nin klasik kutuplaşmalarının çok ötesine geçti. Evet, kutuplaşmalar bol ama bugün artık din ve laiklik, solculuk ve sağcılık gibi kutuplaşmalardan da söz etmek çok zor. Mesela Ekrem İmamoğlu camide Kuran okuyor ve CHP’liler içlerinden ne diyorlar bilmiyorum ama en azından İstanbul seçimlerini kazanmış olmasından aşırı derecede mutlular. Başka bir örnekte Mansur Yavaş’ın seçimleri kazanması Ankara CHP binasında Allahuekber nidaları ve ülkücü selamlarıyla kutlanıyor.

Muhafazakâr-dindar diye bildiğimiz cemaat ise bildiğimiz seçkinler gibi davranıyor ve her türlü gösteriş, ekonomik, kültürel ve cinsel tüketim yapan çok sayıda bireye sahip bir cemaat özelliği sunuyor.

Türkiye’de belirli kimliklere ait olduğunu düşündüğümüz birçok özellik yer değiştirmiş durumda. Düne kadar “Boğaz’daki villalarında viski içenler” muhabbeti yapan AKP’nin aparatçikleri o yalıları ve villaları doldurmuş durumdalar. Ya da zaten o villalarda oturanlar sadece pozisyon değiştirdiler ve hayatlarının bir kısmında daha iktidardan beslenme imkânlarını sürdürülebilir kıldılar.

Bunların dışında daha başka tezahürler de var. Mesela eskiden dindarlar için sağcılık yakıştırması çok rahat yapılabilirdi. Özellikle sağcı Demokrat Parti etrafında oluşan halkalardan en önemlisi şüphesiz dindarlardan oluşuyordu. 60’lı yılların sonunda Amerikan donanmasını protesto eden solcu gençlere saldıran sağcıların en önemli damarında dindar (en azından dindar görünümlü) insanlar yer alıyordu. Daha yakın tarihte Madımak’ı yakanlar da haz içinde “cehennem ateşini” seyreder gibi insanların yanmasını seyrediyorlar ve “Müslüman Türkiye!” sloganları atıyorlardı.

Buna benzer adamlar hâlâ var, hem de bol miktarda… Ama şimdiye kadar dindarlıkla pek ilişkilendirilmemiş yepyeni tezahürler de var. Mesela solcu Müslümanlar, feminist Müslümanlar gibi…

Dolayısıyla kutuplaşmanın taraflarını tanımlamak o kadar kolay değil.

Sanıyorum bugünkü kutuplaşmaların en ortak alanında bir yanıyla çok basit bir iktidar ve güç sorunu yatıyor. Yani sahip olduğunuz etiket, ait olduğunuz kültürel kimlik grubu falan değil söz konusu olan… Türkiye’nin sunmuş olduğu (sunabildiği kadarıyla) nimetlerden faydalanmanın, bu nimetleri paylaşmanın yarattığı bir gerilim var ve bu gerilime eklemlenmiş sınıfsal-kültürel ve hiyerarşik diller çok önemli bir rol oynuyor. Bu haliyle “seçkin bir sınıfın”, ekonomik sermayeye sahip olan, siyasi otoritenin dümenini elinde tutan bir sınıfın seçkin olmayan sınıflar üzerinde kurduğu üstünlükten bahsedebiliriz. Bu haliyle gayet klasik teorilerin alanında olduğumuzu da söyleyebiliriz.

Ama öte yandan, bu üstünlüğün yarattığı ikili bir sonuca dikkat çekmekte yarar var. Üstünlük, bir tarafta şimdiye kadar katlanarak gelen bir kibir yarattı. Ve bu kibrin yok olması çok kolay değil ve epey zaman alacak gibi görünüyor. Üstünlüğün öbür tarafta yarattığı sonuç ise oldukça yaralı bir hal. Yenilmişlikten, aşağılanmışlıktan, saygı görmemiş olmaktan kaynaklanan derin, travmatik bir hal bu. İşte sosyolojik ve siyaset bilimsel yapılan çalışmaların hepsi bu gerilimi üç aşağı beş yukarı “laik devlet ve dindar toplum” arasındaki gerilim olarak tanımladı. Ama işte, içinde bulunduğumuz yıllarda tam olarak değişmekte olan da bu…

İktidara açlık

Yani, öncelikle içinden geçilen modernleşme süreci boyunca travmatik dindar cemaatin tek parça olmadığı anlaşıldı; en azından artık tek parça / homojen bir yapıdan bahsetmek mümkün değil. Bu cemaat seküler ulus-devlete çok farklı cevaplar verdi. Ama en azından bu cemaatin içinde öyle bir kesim var ki, İslami toplumsal hareketin iktidara yürüyüşü sonunda, şimdi sahip olduğu iktidarla bambaşka bir şekle bürünmüş durumda…

Bu kesimin, öncelikle iktidara çok aç olduğunu görüyoruz. Çok aşağılanmış olmanın getirdiği hırs ve intikam duygusuyla sahip olduğu dini, referansları falan da tamamen bir kenara atmış durumda. İtibar, makam ve para ile birlikte aşırı şımarmış bu cemaat kesimi her ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun artık hep kazanmak ya da asla artık kaybetmemek istiyor.

Bu kesim için her şey hayat memat meselesi ya da kazanmak ve kaybetmek ikilemi üzerine kurulu durumda.

Ama daha da önemli olan mesele şu ki, son İstanbul seçimlerinde kendini gösterdiği gibi, asla kaybetmek istemeyen ve bunun için her yola başvuran ve başvurabilecek olan bu zihniyet artık sadece bu cemaatle sınırlı değil. Bu zihniyet toplumun bütün damarlarına sinmiş durumda. Adeta bir yönetim ve yönetilme biçimine dönüşen bu kazanma-kaybetme ikilemi komşularla ilişkimize, toplum içindeki farklı kesimlere dönük siyasal çözümlere, lise ve üniversiteye girme yarışından, trafiğe, boşanmaya çalışan çiftlerin gündemine kadar, her yere sirayet etmiş durumda…

Herkes ne olursa olsun kazanmak istiyor. Her şey kazanmak – kaybetmek ikilemine sıkışmış durumda… “Onlar kazanırsa biz kaybederiz” diye düşünüyor sokaklarda, hastanelerde, mahkeme kapılarında kavga eden insanlar…

İşte bir toplumsal hareketten dönüşen AKP hareketi iktidara yürüdükçe, o iktidarı ne olursa olsun korumak takıntısı kimliği haline dönüşüyor. O iktidar karşısında sorun yaratabilecekler karşısında saf intikam ve saf zafer duygularıyla hareket ediyor. Ve her ne kadar bu toplumun zar zor ancak yarısını kendisine bağlayabiliyor olsa da, bu duygu toplumun yarısından daha çok insanın ruh halini yansıtıyor. Hakaret, aşağılama, üstünlük ve güç, en sıradan dillerin parçası haline geliyor.

Ve tabii ki bu yüzden, başta AKP cemaati ve bu cemaatin ürettiği yeni seçkinler, danışmanı, köşe yazarı, akademisyeni de dâhil olmak üzere, bir zamanlar toplumla olan ilişkilerini kaybettiler. Şimdi sadece önlerinde “evet efendim, tabii efendim!” diyerek ceket ilikleyen insanları gördükleri için inanılmaz bir kibrin içine düştüler. Tıpkı çok nefret ettikleri eski kibirli seçkinlerin kopyası haline geldiler. Ve tabii ki, karşılarında her cinsten toplumsal hareketin doğabilmesi için de müthiş bir potansiyel yarattılar.

Yaratıcılık ve mizah

Sadece seçkinler ve kibir yer değiştirmedi; yaratıcılık da yer değiştirdi. Sırf kazanmak, ne olursa olsun kazanmak ve takıntı haline gelmiş olan intikam duygusu ve geçmişle barışamamış olmak, bunları sürdürebilmek için habire hamasete dalmış olmak AKP’leşen, devletleşen, milliyetçileşen dindar hareketin bütün yaratıcılığını öldürdü.

Aslında AKP aparatının ve o aparatın unsurları olan aparatçiklerin en önemli meselelerinden biri de şu: karşılarındaki muhalefetin yaratıcılığıyla başa çıkamıyorlar. Hâlbuki başlangıçta, bir sosyal hareket iken bizzat o “sosyal”in yaratıcılığı ile donanmışlardı. Ama AKP ve aparatçikleri, yani partinin, devletin bürokrasisi, AKP’li devlet güdümündeki üniversite ve “sivil” toplum kurumları iktidar oldukça, devlet gibi oldukça kabız bir harekete dönüştü. Ekonomik ve siyasal sermayeleri güçlenip, televizyonlarda ve Boğaz’a nazır mekânlarda daha çok görülebilir bir hale bürünürken, duygusal sermayeleri zayıfladı.

Bugün AKP’nin iktidarda olmasından menfaat, itibar, şöhret ve kibir edinen cemaat her esprili muhalif söz karşısında neredeyse çıldırıp, basbayağı kirli, çirkef ve yalan üzerine kurulu, saldırgan bir yöntem izliyorlar. Mecazi olan her şeyden huylanıyorlar. Bu yüzden muhaliflerinin eline sürekli olarak yeni kozlar veriyorlar. Espri üretme kapasiteleri neredeyse sıfırlandığı için, hemen “Komplo var!”, “Bunların kökü dışarıda, dışarıdan yönetiliyorlar!” diye bağırmaya başlıyorlar ya da eğer küfretmiyorlarsa, yasal ya da meşru olup olmadığına bakılmadan rakiplerinin cezalandırılması için her türlü yaygarayı koparıyorlar.

Bu ters yüz oluşun sembolik miladı galiba Gezi oldu. En azından safların yeniden şekillenmesi ve kristalize olması Gezi zamanında oldu. Gezi birçok sorunlu bileşene sahipti; mesela Erdoğan’ın ailesine küfretmeyi marifet sayanlar, başbakanlık konutunu “fethetmeye” çalışanlar, polisle molotoflarla çatışmanın dayanılmaz hazzının peşinde koşanlar gibi… Ama Gezi çok yaratıcı bir hareket idi ve dildeki yaratıcılığının en önemli tarafı da mizah üretimindeydi. Aslında bütün dünyada otoriter ve totaliter dillere karşı en etkili muhalefet dili nasıl mizahla olduysa, Gezi’de de aynı şey oldu. Çünkü otoriter yapıların insanın aklını bozan dilleri karşısında zaten mizah dışında alternatif üretilmesi de çok kolay değil. Buna karşılık, mizah çok kolay, çünkü otoriter durumlarda aslında “her şey o kadar saçma ki!”

Gezi, muhtemelen bir zamanların muhalefet hareketi, demokrasi potansiyelli olup iktidara yürüdükçe yaratıcılığını kaybeden, bir sosyal hareket olarak İslamcı hareketten AKP’ye dönüşen bir siyasal zümre için çok korkutucu oldu. AKP ve AKP’nin hemhal olduğu geleneksel Türk devleti, Gezi vasıtasıyla, toplum içinde hiç beklemedikleri bir dinamizmi gördü. O hareketle toplumsal temelde, kendini de yenileyecek bir damar görmek ve ondan beslenmek yerine, AKP, devlet refleksiyle, “büyümüş de ağır abi olmuş” havalarında, komplekslerine gömülerek cevap vermeye çalıştı. Sahip oldukları iktidarı ne olursa olsun sürdürülmesi gereken bir iktidara dönüştürdü. Ve muhtemelen AKP’nin erozyonu o zaman başladı.

Yeni bir dil

Hâlbuki önlerinde büyük bir fırsat vardı; cari devlet zihniyetiyle başı dertte olan yeni toplumsal hareketlerle dirsek temasına geçip, adeta bir tür gençlik aşısıyla kapasitesini artırabilir ve içinde bulunduğumuz zamana cevap verebilirdi. Ama öyle yapmadı ve hızla yaşlandı. Daha önce büyük iddialarla ve umutlarla ortaya çıkmış birçok parti ve hareket gibi…

Ve yaratıcılığı bitmiş, içeriden dışarı tehditler savuran AKP zihniyeti, kendi dışındaki dünyayı ancak baskıyla sindirmeye çalışıyor. Ancak Füsun Üstel gibi bu memleketin “makbul vatandaş”ının nasıl yaratıldığının şifrelerini veren kıymetli bir akademisyeni içeri atmayı becerebiliyor. Kazanmak ve kaybetmek ikilemi içinde, Ahmet Altan’larla da başa çıkamamıştı ve onlara zaten kin besleyen başkalarıyla bir olup içeri atmışlardı.

Bu zihniyet, tek boyutlu bir devlet karşısında, bizzat AKP’nin konuşma kapasitesini arttıran bilim insanlarını ve gazetecilerini, büyük bir acizlik içinde, içeri atarak başa çıkabileceğini sanıyor.

Gülmeyi bilmeyen, ama sahip olduğu güç sayesinde ancak kendinden zayıflarla dalga geçebilen bir parti-devlet. Ve ancak küfredebilen, parayı ve gücü bulunca milletin anasına küfrederken mizahlı konuştuğunu zanneden çıkarcıların çöreklendiği bir parti-cemaat…

Ve böylesine bir zihniyet karşısında, en insani dili bulmaya başlıyoruz galiba… Biraz mizahi, kutupsuz ve en önemlisi, kibirden ve intikamdan arınmış, duygusal sermayemizi geliştiren bir dil…

Sayı: 2019 06
Yayınlanma Tarihi: 2019-06-01 00:00:00

Önceki İçerikNereye savrulursak savrulalım bizi ortaklaştıran pşıne’nin sesi kulaklarımda
Sonraki İçerikAraştırma önergesine ret
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.