Onlar da insandı, yaşamak istiyorlardı

0
1198

“Neden terk ettiler vatanlarını? Öleceklerini bilseler de kalsalardı” derler. Oysa bunu söyleyenlerin kahir ekseriyeti serçe parmaklarını feda edemeyecekken ve elan konuşmaktan başka bir şey yapmazken, onlar en çok da ölmeyi bildiler. ,

Yıllar boyunca devam eden mücadeleden söz etmemize ne hacet? Gece yarısı basılan köylerde, sarhoş ve gözü dönmüş Ruslar evlere dalarak, erkekleri öldürüp kadınları bıraktıklarında, o evlerden yükselen çığlık sesle-rini duyup da elinden bir şey gelmemesinin nasıl bir yıkım olduğundan haberimiz yok. Önce evlâtlarını sonra kendilerini öldürdükleri rivayet edilen anneleri hayal etmemiz ne kadar da zor. Ancak anlatıyor ve anlattıkça dertlenmekle yetiniyoruz.

Evet! Onurlulardı, savaşçılardı, kutsal bildikleri değerleri uğruna ve yeri geldiğinde seve seve ölüme koşarlardı.    Ama hep unuttuğumuz bir şey var bizim;

“Onlar da insandı, yaşamak istiyorlardı!”

Vatanseverliği, cengâverliği bir tarafa bırakır ve meseleyi insani boyutuyla düşünecek olursak, nesiller boyunca ölümle koyun koyuna yaşamaktan bıkmışlardı. Öldürmekten ve ölmekten usanmışlardı. Dağların mağlup ve dürüst insanları yaşamak istediler yalnızca. Mecbur kaldılar, inandılar ve umdular, “Nasıl olsa döneceğiz” dediler. Olmadı!

Ruslar, Çerkeslerin canının, malının, namusunun, mukaddesatının, geleceğinin teminatıyken, halifenin kutlu ve müreffeh topraklarında zevk-ü sefa içinde yaşamak için konforlu teknelerle, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında, huzurlu bir sahil gezintisi yapar gibi, güle oynaya ve pür neşe gelmediler buralara.

Tarih bazen zalimlerin kalemi ve masumların kanıyla yazılır da, bize çok kolay gelir uzaktan seyre dalıp ahkâm kesmek.

“Haydi mecburen de olsa bıraktılar vatanlarını, bari korusalardı Çerkesliklerini! Biz olsak var ya öyle böyle değil nasıl canla başla direnirdik” de derler.

Ben de söyledim bir zamanlar, yalanım yok. Ama sonra, maaşımı aldığım bir gün, düzgünce bir semtteki evimde, elimde sigaram, önümde kahvem, dışarıda kar yağarken sıcaktan bunalıp pencereyi açtığım odamda, annemin yeni yaptığı böreğin kokusu mutfaktan gelirken ve daha iki gün önce kısa bir kış tatilinden dönmüşken, çok utandım söylediklerimden.

Yaşamak gibi sıradan, her canlının hakkı olan basit bir isteği algılayamadım.

“Candan önce onur” atasözümüzü hatırlatacaklar çıkacaktır. Kendileri söz konusu olunca unutup da başkalarına hatırlatanlarımız ve tavsiyede bulunanlarımız çoktur bizim. Bizim derken insanoğlunu kast etmekteyim.

Çoluk çocuk, yorgun, bezgin, aç sefil, yeni bir hayata tutunmaya çalıştığınız ya da hayatın sizi kucaklamasını beklediğiniz yabancı diyarlarda, yaşamak ve yaşatmak olsa gerek önceliğiniz. Belki zorunlu kalıp, çok ağır gelse de, içiniz kan ağlasa da bir zamanlar onur bildiğiniz, ama artık üzerinde bulunduğunuz topraklarda çok da anlamı olmayan kimi değerlerinizden bile fedakârlık yaparak, kaybedileni yeniden kazanamayabileceğinizi aklınıza bile getirmeden “sandığa kaldırıyorum, erteliyorum” düşüncesiyle.

Onların yaşadıklarını yaşamadım, hissettiklerini hissetmedim, mecbur kaldıklarına mecbur kalmadım. Yalnızca anlamaya çalışmaktayım.

Bir de şunu ekleyeyim aklıma gelmişken.

Sürgün veya göç ile gelen Çerkesler ile ilgili asimilasyona gelmeden önce başka bir kavramdan söz etmek gerekiyor.

Çok fazla üzerinde durmadan geçiştirilir, hâlbuki birçok sorunun yanıtıdır sözünü edeceğimiz kavram. Olan biteni daha iyi anlayabilmemiz için bir anahtardı. Nedir bu “sosyo-psikolojik” kavram?

“Kültür Şoku.”

“Kültür şoku, yabancı kültüre kendi arzusuyla ya da mecburen geçiş yapan kişilerin bu yeni kültürle karşılaştıkları andan itibaren başlayan her türlü zorluk ve bu zorluklara verdikleri tepkilerdir. Bazen kişisel olmaktan çıkar kitlesel bir hale dönüşebilir. Gerçekten de bir şok durumudur.”

Bırakın ülke, şehir hatta mahalle değiştirdiğimizde bile karşılaşabileceğimiz bir durum.

Bu şok, geçiş yapılan kültüre uzaklık derecesine göre şiddetli olur veya hafif atlatılabilir. Geçiş yapan kişinin kültürel altyapısı, inançları, yaşam biçimi, karakter özellikleri, kendi kültüründen kolayca vazgeçememe, yeniliklere adapte olamama gibi faktörler göz önünde bulundurulmak kaydıyla süresi birkaç aydan 4-5 yıla kadar değişir.

Kültür şokunun evrelerinden söz eder bilim insanları.

“Gözlem, endişe, kabullenme-reddetme, kalış ya da geri dönüş.”

Atlatılamayan kültür şokunun son evresi “geri dönüş”tür. Ama bunu atalarımız için söylememiz mümkün değil ne yazık ki. Belki gerçekleşmesi mümkün olmayan ya da çok güç olan geri dönüş hayalinden bahsedebiliriz ki, bu durum umuttan ziyade umutsuzluk ve mutsuzluk kaynağı olarak kabul edilmeli bana göre. (Münferit bazı geri dönme girişimlerinin olduğunu da biliyoruz.)

Sürgün ve göç ile gelen atalarımız, karşılaştıkları ve hiç ummadıkları yaşamsal sorunlarıyla birlikte, uzun süre bu şokla yaşamak, son aşama olan geri dönüş umutları tükenince ya da belirsiz bir tarihe ertelenince, bir önceki aşamayı geçemeyip, kabullenerek, (bu derece yıkıcı olacağını düşünmeden) tavizler verip bu şoku atlatmak mecburiyetinde kalmışlardır.

“Yapmasalardı” diyenlerimizi, meseleyi yine ve olabildiğince samimi bir empati kurarak değerlendirmeye davet ediyor ve aşağıdaki cümlelerle bitiriyorum yazıyı.

Bana göre ne zaman sorma ve eleştirme hakkımız doğar biliyor musunuz?

Ne zaman bu toprakların yerleşik, asla sökülüp atılması mümkün olmayan bir unsuru haline gelmeye başlamışsak o zaman.

• Başlangıçta belki zorunlu olan tavizlere neden devam ettiniz?

• Sorumluluğu ve suçu neden hep başkalarında aradınız?

• Kaybettiklerinizi kazanmak için neden çabalamadınız?

• Asimilasyonda küçük de olsa gedikler açabilecekken bir gönüllü arzusuyla devam etmesine neden izin verdiniz?

• Çocuklarınız da sizin gibi olmasın diye neden emek harcamadınız?

• Niçin dayanışma içinde olacağınız yerde, ayrıştıkça ayrıştınız ve ayrıştırdınız? Ve kimi yetişkinler neden hala ayrıştırıyorsunuz?

•Neden yazmadınız, anlatmadınız, eserlerinizle, sanatınızla, rehberliğinizle gençliğe ışık olmadınız?

•Neden bu kadar geç kaldınız?

Gelecek nesillerin bize de soracakları bu soruları sormak hakkımız…

Önceki İçerikDÖNÜŞ VE DİASPORA-ANAVATAN İLİŞKİLERİ KONFERANSI
Sonraki İçerik20.07.2015 Suruç
Süha Baytekin
1965 Almanya doğumlu. Baba İstanbul, anne Eskişehirli. Haydarpaşa Lisesi ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik mezunu. Yüksek lisansını ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik'te yaptı. Koç Holding ile başlayıp sayısız firmada yöneticilik, Hamoğlu Holding ile sonlanan, pazarlama, iletişim kordinatörlüğü... Şu anda emekli. Uzun yıllardır sosyal medya ve çeşitli mecralarda yazarlık... 5.000 fotoğraflık eski Çerkes fotoğrafları arşivi var. Kitapları: "Diasporada Çerkes Olmak", "Çerkes Sürgünnamesi", "Kutsal Ay’ın Kızları-1". Basılacak Kitapları: "Kutsal Ay'ın Kızları-2", "Kutsal Güneşin Çocukları", "Diasporik Hikayeler". Medeni durum: Bekâr.