Haksızlığın meşrulaşması ve haksızı adlandırma sorunu

0
1315

Dışarıdan bakınca herhangi bir insandan farkı yok. Hatta fazlalıkları var. İyi bir evi, lüks bir arabası, bankada parası var. Çevresinden saygı, itibar görüyor. Akşam evine gittiğinde çocuklarına sarılıyor, onların varsa ödevlerini kontrol ediyor, yaşlıysa torunlarıyla oynuyor, karısıyla sevişiyor, ona aşktan, sevgiden bahsediyor, eşiyle dostuyla bir araya geliyor, gazete okuyor, gazetede haber olarak yer alan hırsızlık, kapkaç olaylarına sinirleniyor, sinemaya-tiyatroya gidiyor, özel zevklerine zaman ayırıyor.

Yardım derneklerine yardımlar yapıyor, okul-cami yaptırıyor. Siyasilerle ilişkisi çok iyi, milletvekilleriyle görüşüyor, yaşadığı kentteki üst düzey bürokrasiyle dirsek teması içerisinde.

Sık sık “Yüzlerce insana ekmek veriyorum” diye övünmekten de geri kalmıyor.

Onun yanında çalışan işçinin de dışarıdan bakınca herhangi bir insandan farkı yok. Onun farkı, fazlalıklarının olmaması. Geçinebilmek için sabah 8-akşam 8 çalışıyor. Hafta sonları diye bir kavramı unutmuş. Eve yorgun gelip sabah yataktan yorgun çıkıyor. Ay sonunu zor getiriyor.

Bu iki insan, işçinin fazla çalışma ücreti istemesi ya da ücretini ve çalışma koşullarını iyileştirmek için sendika üyesi olduğunda karşı karşıya geliyor. İşçi önce uyarılıyor, işyerine sendikanın sokulmayacağı okumuş, bilgili, şık giyinen, akşam evine gittiğinde çocuklarıyla hiçbir şey olmamış gibi gülüp oynayan, yurtdışında master yapmış yöneticiler tarafından anlatılıyor. Eğer ısrar ederse işten atılacağı söyleniyor.

İşçi, “Sendika benim yasal hakkım” türünden bir şeyler söylemek istiyor ama dinleyen kim, gözünün yaşına bakmadan işten atılıyor.

İşçi dava açmış, kazanmış, işe dönmek istiyor. Okumuş, aydın yöneticileri önce işe alıp sonra çalışması olanaksız olan bir yere gönderiyorlar. İşçi, “Benim burada çalışmam olanaklı değil” deyince “O zaman çek git” diye rest çekiliyor, işçi eski işinde ısrarlı olunca işe alınmayıp, bir de devamsızlık tutanağı tutulup, bu kez tazminatsız işten atılıyor.

İşçi belediyede çalışıyor. Seçimle gelmiş belediye başkanının kendi seçmenlerine iş sözü var. İktidara gelince ilk işi, işçiyi yıldırmak için işyerini değiştirip park-bahçelere göndermek oluyor. İşçiden “Emekli olmak istiyorum” diye tarihsiz yazılar alınıyor. O işçinin yerine siyaseten yandaş olduğu insanlar işe alınıyor. Bu belediye başkanı da çıkıp medyanın karşısına demokrasiden, kul hakkından dem vurabiliyor.

Okumuş, yıllarca dirsek çürütmüş, bir mevki sahibi olabilmek için gece gündüz didinmiş, başarılı da olmuş. Büyük bir otomotiv fabrikasına mühendis olarak işe girmiş. İşyerinde bir bölümden başka bölüme geçerken eğilmiş bir arabayla uğraşan bir işçi görüyor. Göz göze geliyorlar. İşçi ona aldırmadan işine dönüyor. Birden işçiye sinirleniyor. Üst perdeden bir dille “Sen ne yapıyorsun orda” diye çıkışıyor. Babası yaşındaki işçi, dilenen, tanımadığı gence doğru, “Çalışıyorum, siz kimsiniz” diye soruyor. Bu soru mühendisimizi daha da sinirlendiriyor. “Sen beni nasıl tanımazsın” diye çıkışıyor. İşçi, “Tanıtın, tanıyayım” diyor. “Sen görürsün” diye hırsla işçinin yanından ayrılıyor.

Birkaç saat sonra bu işçiye “Amirlerine saygısız davrandın, savunma ver” diye bir yazı geliyor, savunmanın hemen sonrasında işçi tazminatları ödenip işten çıkartılıyor.

Sırf egosu için, sırf iktidar duygusunu tatmin etmek için babası yaşındaki işiyi işinden etmekte hiçbir sakınca görmüyor.

Hak, sahibine talep iktidarı verir. Bir şey hak olarak tanımlanmışsa, o şeyin gereklerini yapma, başkalarının bu gereklere uygun davranmasını isteme yetkisi o hakkın sahibine ait bir yetkidir. Bir devlet hukuk devleti ise hak sahiplerinin haklarına yapılan haksız müdahaleleri engelleyecek etkili hukuk kurallarına sahip, hızlı, adil işleyen bir yargı kurması gerekir.

Diyelim ki şu veya bu nedenle devlet hakları korumaya dönük etkili bir güvence sistemi kurmuyor. Örneğin, “Sendika hakkı temel bir sosyal haktır” diyor, ama bu hak gasp edildiğinde hakkı gasp edeni ödüllendiren, hakkı gasp edenin yaptığı yanına kar kalan etkisiz bir koruma getirmiş. Tamam, hak sahipleri bu çarpıklığı düzeltmek için mücadele etsinler de, hakkı gasp edenler bu gasplarını nasıl bir hukuk bilinci ile kendi dünyalarında meşrulaştırıyor ve savunuyorlar? Benim bu yazıda sorgulamak istediğim, o efendi, okumuş, kaymak tabakadan insanların hak yerken tüm bu niteliklerini nasıl bir anda unutabildikleri…

Şöyle soralım; sıfatlar insanları nitelendiren sözcüklerdir. Bir insana ait bir şeyi onun rızası olmaksızın onun hakimiyet alanının dışına çıkartıp kendisine mal eden insanlara hırsız denilir. Hırsıza hırsız denilmesine hiç kimsenin bir itirazı da olmaz. Ne var ki bazen öyle durumlarda kalırsınız ki karşınızdaki insanı nasıl bir sıfatla tarif edeceğinizi şaşırırsınız.

İşçiyi haksız yere işten atan, onu sendikadan istifaya zorlayan, onun haklarını vermemek için uydurma tutanaklar düzenleyen, ince ince düşünülmüş operasyonlar planlayan, okumuş, evinde çoluğunun çocuğunun yüzüne gülerek bakan, şık giyimli, eşiyle dostuyla hoş sohbetler eden, müzik dinleyip şarkılar söyleyen, sinemaya-tiyatroya giden, kısaca aramızda saygın bir şekilde dolaşan bu insanlara nasıl bir sıfat vermek gerekecek? Onları hangi sıfatla tanımlamamız gerekecek?

Benim dil bilgim uygun bir sıfatı bir türlü bulamadı, bulamıyor. Bulamadığım için de ürküyorum. Unutmayın, bir toplumda örneğin hırsızların sayısının artması kötüdür ama daha kötüsü hırsızların namuslu gibi görülüp kabul görmesidir.

Biz bu nedenle kötü bir zamanda yaşıyoruz. Hak yiyenler hak yemekten utanmadığı gibi, hak yiyeni hiç kimse hak yediği için ayıplamıyor. İşçisini sendika üyesi olduğu için işten atan bir işveren de hiç haksızlık yapmamış, namuslu insan pozlarında kasım kasım kasılarak aramızda dolaşmaya devam ediyor. Daha beteri var, son zamanlarda moda oldu, sendikalı oldukları için işten atılıp, bu durumu teşhir eden işçilere yönelik işverenler mahkemelerden tedbir kararı çıkartarak onların marka değerlerine zarar verdiğini, işyeri bilgilerini ve işyerinin yaptıklarını hiçbir yerde paylaşmamalarını isteyebiliyorlar.

Gel de çatlama!

Sayı: 2019 08
Yayınlanma Tarihi: 2019-08-01

Önceki İçerikKitap: Harimole
Sonraki İçerikАланты Хъæлæс – Osetlerin Sesi – Ağustos 2019
Dr. Murat Özveri
1985 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1998’de İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı’nda “Ekonomik Kriz Koşullarında Toplu İş Sözleşmesi Özerkliği ve Uyarlama Sorunu” başlıklı teziyle yüksek lisansını tamamladı. 2012 yılında aynı bölümden “Türkiye’de Uygulanan Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sistemin Sendikalaşma Üzerine Etkisi (1983-2009)” başlıklı doktora tezini vererek mezun oldu. Tez, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından verilen 2012 yılı Prof. Dr. Cahit Talas Sosyal Politika Ödülü’nü aldı. 1990 yılında başladığı Selüloz-İş Sendikası Genel Merkezi Hukuk Müşavirliği görevini sürdürmekte, Kocaeli Barosu’na bağlı serbest avukat olarak çalışmaktadır. 2004 yılında yayımlanmaya başlayan 3 aylık-hakemli Çalışma ve Toplum Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürütmektedir. Çalışma yaşamına ilişkin bazı çalışmaları kitap olarak yayımlandı; tebliğleri, makaleleri, çeşitli dergi ve kitaplarda yer aldı.