Mühim protokol ve gayrimedenileşme

0
1164

Van, Diyarbakır ve Mardin belediye başkanlarının yerine –daha önceki seçimler sonrasında olduğu gibi- kayyım atandığı zaman benim de aklımda çeşitli sorular takılıp durdu. Nasıl oluyor da, cafcaflı hacet yeri yaptırma konusunda uzmanlaşmış kayyım efendiler ne yüzle gidip o koltuklara oturabiliyorlar? Milyonlarca oy alarak başkan seçilmiş adamların yerine, onların koltuklarında, bir oy bile almadan, sadece emir üzerine, nasıl utanmadan oturabiliyorlardır acaba? Muhtemelen her birinin bir sebebi, gerekçesi, kılıfı olabilir. Ama her halükârda bu durma hayret etmeyerek, kendilerini nasıl önemli gördüklerine de hiç şaşmayarak, ama sadece tebessüm ederek, gülerek bakma hakkımızı da koruyabiliriz.

Bu kayyımlardan birinin taze yerleştiği ofisteki kolektif performansı sosyal medyada dolaşan bir videoda görmüştüm. Ofisin içinde sağa sola seğirten bir takım insanlar, belediyedeki “hizmetlerinin” ne olacağına dair işaretler verdikleri “tatlı bir telaş” içindeydiler. Duvarlardaki portrelerin yerlerini değiştiriyorlar; yeni önemli şahsiyetlerin portrelerini asmaya çalışıyorlardı. Bir takım adamlar el pençe divan durarak, bir adım ileri atar gibi yapıp sonra geri çekilerek asılan önemli kişi portresine ve de onu astırana saygıda kusur etmediğini bizzat göstererek, onun bakışlarını takip ederek, portrenin düşme ihtimaline karşı vücuduna her an saygılı bir ileri atılma görünümü yapıştırarak hazırda duruyorlardı. Mekândaki en önemli kişi de en ağır ağbi kıvamında, ceketinin kollarından çıkan gömleğinin kollarını, ritmik omuz hareketleriyle yerleştiriyor, bakışlarıyla onay veriyordu.

Ortam tam anlamıyla, hamasetle yoğrulmuş, güç karşısında üreyen bir saygı ve kifayetsiz bir ihtiras ortamı görünümü sunuyordu. Ama bu ciddi, formaliter, protokoler ortam aslında o ortama yansımayan, dışarılarda dolaşan kâbus gibi başka durum ve ortamları görmemek için oynanan bir tiyatro performansından başka bir şey değildi.

“Korkak ve cahil seçmenler”

Adeta Gabriel Garcia Marquez’in romanlarında (Başkan Babamızın Sonbaharı) tasvir ettiği “ciddiyetlere” benzeyen bu yapmacık dünya, acımasız bir dünyayı hissetmemek, hissettirmemek gibi bir iş görüyor. Böyle bir dünyanın içine girdiğinizde, bu dünyayı en önemli dünya gibi yaşadığınızda, akan sular durur. Dış dünyada olup bitenler, sonsuz adaletsizlikler görünmez olur. Çünkü sizin o portreyi asarken takındığınız ve öğrendiğiniz ciddiyet en yüce değer haline gelir.

Oysa o ciddiyet performansı ve onun reklam panosunun gizlediği dünyada bir partiye oy vermiş insanların umutlarını paramparça edip, onları zorla “kutsal bir savaş” için düşman olarak inşa etmek gibi korkunç bir niyet var…

Kayyım kararı “terör örgütüne hizmettir” demiş Muharrem İnce… Ancak zaten amaç da bu… Devletin içinde var olan bir geleneğe uygun olarak, şimdiye kadar çok sık tekrarlanan bir senaryoya göre, iktidar yapılarının yeniden üreyebilmesi için, sanki karşı tarafta savaşacak bir ordu isteniyor. Bu ordu çok büyük olmasın, kolay ezilsin ve bu vesileyle “kahramanlık” yapar gibi görünürken, devlet içindeki mühim protokol ve çıkar işbirlikleri yürüyebilsin… 12 Eylül generallerinin yaptığı gibi; Diyarbakır işkence hanelerinde yapılanlardan sonra PKK’ya katılan binlerce insan, darbeci zihniyet için çok işe yaramıştı.

Kürtlerin PKK dışındaki demokratik çabalarını görmemeye, hatta silmeye çalışan bu zihniyetin uzantılarından birisi (güvenlik uzmanıymış kendisi) de “O bölgede sandıktan çıkanı irade olarak görmemek gerekiyor. Oradaki cahil halkımız korkuyla oy verdi” demiş. Yani kendi başına var olamayan bir yığın insan… Yani “korkak” ve “cahil”!

Bu dil de çok tanıdık. Şimdinin efendilerinin daha önce maruz kaldıkları bir dilin aynısı. “Efendinin sesi” bir kere daha gündemde… Yani beyaz seçkin Türkler “AKP’ye oy verenler cahildir” derken benzer bir ruh halindeydiler. Her durumda kendisini “efendi” zanneden ve kabaca “mikrop” kıvamındaki ötekilere yapılacak muamelenin mubah olduğunu düşünen ortak bir zihniyet ne yazık ki bizim memleketin hâkim ortalaması olarak seyretmeye devam ediyor…

Korkuyla hareket etmek tabii ki her zaman mümkün. İnsanlar korktukları için itaat edebilirler, sadakat gösterebilirler. Ama korkuyla davranıldığına dair ipuçları bir yerlerden sızar. Mesela 12 Eylül sonrasında, Ertük Yöndem adlı, sahibinin sesi kıvamında televizyon programcısı bir adam, Güneydoğu’da kameralar önünde insanlara mikrofon tutar ve “Nasıl, durumdan memnunsunuz tabii ki, değil mi?” gibisinden “gayet objektif” (!) sorular sorardı. Bir keresinde, bir Kürt köylüsü, hecelerin üzerine basa basa, tane tane “Evet, biz Te Ce devletinden çok memnunuz” cevabını vermişti Ertürk beye… Adamcağızın, devletin cisimleşmiş hali olarak bir televizyon adamına kalkıp, eziyorsunuz, işkence ediyorsunuz diyebilecek hali yoktu. Verilmesi gereken, kendisinden beklenen uygun cevabı vermişti ama kelimelerinin içine serpilen “Te Ce devleti” ibaresi, o devletle ne kadar mesafeli olduğunu göstermeye yetiyordu.

Kürtler arasında HDP’ye korkudan, cahillikten ya da kimlikçilikten ötürü oy veren insanlar tabii ki olabilir. AKP’ye, CHP’ye, MHP’ye ya da başkalarına olabileceği gibi, HDP’ye de oy veren benzer insanlar olabilir. Ancak içinde bulunduğumuz şartlarda, sanırım korku ve kimlikçilik Diyarbakır ya da Mardin gibi yerlerden çok, memleket sathına yayılmış durumda…

Jıneps’te geçen ayki yazımdan sonra, bir okurumun, bu yaygın korkuyu anlatmak için verdiği örnekler yeterlidir sanırım:

“Yafta yeme korkusu toplumumuzda veba salgını gibi her yeri sarmış durumda. Herkes bu yaftaların kendisine denk geleceği günü korkuyla bekliyor ve önlem olarak da, giyim tarzlarını, konuşma tarzlarını, alışveriş yaptıkları yerleri değiştiriyorlar. Mesela, bir arkadaşım iyi bir mimar, kendisi Suriyeli. Taksiye binerken ben Cezayirliyim diyor. Eskiden Gülen cemaatine mensup kadınlar yaftalanmamak adına başörtü bağlama şekillerini değiştirip, uzun pardösülerini çıkardılar. Yine Suriyeli kızlar şallarını takma biçimlerini değiştirdiler, artık modern kapalı ortalama giyinen Türk genç kızları gibi giyiniyorlar. Ben twitter üzerinden kendime yakın gelen ya da insani olarak üzüldüğüm hiç bir tarafın acılarını destekleyemiyorum, çünkü arkadaşlarım beni engelliyor ve benimle konuşmayı kesiyorlar. 15 Temmuz’dan çok sonra, bir keresinde metroda risale okuyordum, bir adam bana ‘fetöcü’ dedi ve herkesin tepkisini aldım, bu yüzden artık ya İngilizce ya da yabancı yazarları okuyorum.”

Oto-kontrolden kurtulan şiddet

Osmanlı’dan bu yana, Türkiye’de komitacılığın, darbeciliğin sıradanlaştığı bir ortamda zaten sathın altında her zaman bir tür güvensizlik, ötekinden korku ve nefret, buna bağlı olarak cemaatçilik ve travma vardı kuşkusuz. Ancak gene de bir cila vardı; “medenilik cilası”… Modernlik çabası, vatandaş olma çabası, “vatandaş” olarak kabul edilme eğilimi ya da cilası gibi bir şey vardı. Kenan Evren gibi darbeciler bu cilayı paramparça ettiler. “Asmayalım da besleyelim mi?” derken, “modern medeni ulus” olmanın asgari düzeyini bile yok ettiler. Şimdiki zamanda, bu darbeci generallerin açtığı kapıdan çok fazla siyasi aktör ve ne yazık ki, vatandaş da geçti. Başkalarına tükürenler, küfredenler, linç edenlerle doldu ortalık ve “kendini kontrol” diye bir şey kalmadı.

Norbert Elias Civilizing Process adlı kitabında uzun uzun yazmıştı bu medeniliğin nasıl bir şey olduğunu, medenileşme sürecinin nasıl ortaya çıktığını… En çok oto-kontrol (kendini kontrol) denen mekanizmanın nasıl geliştiğini, temel bir duygu olarak “utanma” duygusunun ve “utandırma” yaptırımının gündelik hayatta nasıl evrildiğini, bu sürecin burjuva ve modern ulus toplumlarında hangi güç ilişkileri altında şekillendiğini anlatmıştı.

Ne yazık ki, Elias, daha yaşarken, tutkuları bastıran, şiddetle mesafe koyan oto-kontrola dayalı medenileşme sürecinin mutlak ve doğal bir gidişat olmayabileceğini de görmüştü. Yazdığı koskoca eser ve taşıdığı teorinin mutlak olmayacağını Hitler Nazizm’i dünya âleme göstermişti. Hitler ve peşindeki uysallaşmış Alman halkı, gestaposu, SS ve SA’larıyla birlikte ne medeniyet ne de başka bir şey bırakmıştı.

Nazizm “medeniyet”i tersine çevirmiş ve “gayrimedenileşme”nin nasıl bir şey olabileceğini göstermişti. Freud’un psikanaliz temelli yaklaşımına göre insanların en derininde bulunan ve sosyal süreçlerle ehlileştirilen saldırgan halleri bütün vahşetiyle ortaya çıkmış ve bunu kimse kontrol edememişti. İnsanların birbirlerine yönlendirmemeleri için bu saldırgan dürtüler, sportif müsabakalarda, oyunlarda kalacaktı. Ama öyle olmadı. Naziler Yahudilerin, Çingenelerin, eşcinsellerin bedenlerinde her türlü “oyunu” oynadılar.

Alternatif bir şeyler söyleyebilme cesaretinin tamamen kırıldığı, korkunun hâkim olduğu totaliter bir ortamda gerçekleşti “gayrimedenileşme” ve soykırım…

Yaşadığımız günlerde de benzer bir ruh hali hâkim. Bir zamanlar statlarda küfürleriyle “boşalan” ve dışarıda tekrar “hizadaymış” gibi davranan insanlar artık kendilerini kontrol etme ihtiyacı duymuyor. Küfür, ırkçılık ve linç statların dışına taşınıyor. Futbol sahalarındaki medenisizleşmeye gösterilen tolerans dışarıya da taşıyor ve siyasi alanı tamamen kuşatıyor. Dünyanın birçok ülkesinde yükselen popülist politikacı türü “harbi konuşma” adına, küfür, hakaret ve ölümü sıradanlaştıran bir dile başvuruyor.

Bugün, Nazi Almanya’sında olduğu gibi, başka sınıflar, seçkinler, uluslar karşısında yaşanılan yenilginin verdiği aşağılanmışlığın getirdiği öfke ile birlikte yükselen yeni bir güç dalgası, modernliğin kibirli ve iğreti medeniyetini tersyüz ediyor. Bizzat modernliğin yarattığı yeni modern sınıflar gene modernliğin kibrini tersine çeviriyor.

Her türlü yolu mubah görerek ve savaşarak iktidarları ele geçirmiş yeni modern sınıflar ve onları temsil eden yeni yönetici sınıflar, yeni zamanların başlama vuruşunu yapıyor. “Medeniyet” bir kenara bırakılıp, medeniyetin sağladığı oto-kontrol boşa çıkıyor. Bütün aşağılanmışlıklar aşağılamaya dönüşüyor. Medeniyet adına bastırılmış bütün duygu halleri, utanılacak bir şey olmadığını bütün öfkeleriyle seriyorlar ortaya. Artık onlar dillerini, ellerini tutmaya, kontrol etmeye gerek görmüyorlar. Ahlâkın korunması gerektiğine dair asgari referanslar uçup gidiyor; kabalık, kabadayılık, vandallık ve şiddet serbest kalıyor.

Derme çatma, “gözünün üzerinde kaşın var” türünden gerekçeler, ötekini yok etmek, malına, “oy”una el koymak için, inanılmaz bir kurnazlık ve utanmazlıkla devreye sokuluyor. Gene sosyal medyada bir twitter mesajından öğrendiğimize göre, mesela bir bürokrat (muhtemelen kendisi gibi, benzer şekilde, tepe tepe kullandığı güç ve ihtiras sahipleriyle birlikte), KHK’lılara yapılan haksızlıklar ve hapisteki bebeklere gerekçe olarak “savaştayız” şeklinde bir ifade buyurmuş. İslam tarihine bir dalış sergileyerek, “Beni Kureyza”yı örnek vermiş; buna göre, ana akım medya da “ganimetleriymiş”.

Okumuş, yazmış, modern, medeni ulus-devletin has elemanı olan bu bürokratın böylesine bir gayrimedenileşme örneği verdiği bir ülkede, toplumun derinliklerinde neler olabileceğini tahmin etmek zor değildir herhalde…

15 Temmuz günlerinde askeri lojmanlara saldıran bir takım adamların “Onların karıları da bize caizdir, onlar bizim cariyemizdir!” gibi, tarihin dinsel derinliklerinden bir takım kulplar devşirmemişler miydi?

İnanılmaz başarılı bir taktiksel davranış söz konusu aslında… Zamana uyum sağlayan, eline geçen “fırsatları değerlendiren”, gayet “akıllı” bir biçimde, elinin altında potansiyel olarak bulunan dinsel soslu bir referansı yüzeye çıkarıyor ve uçkuruna gerekçe arıyor, “hani bir ihtimal olursa” diyerek…

Medeniyetin oto-kontrolunun ortadan kalktığı bir ortamda, temel dert tabii ki iktidar; bütün çıplaklığıyla açığa çıkan iktidar kavgası… Modern iktidarın bütün gizlenmiş, incelmiş kontrol özelliklerinin ortadan kalktığı bir zaman diliminde “saf iktidar”, “saf güç”! Hemen yanı başımızda duran gücü ele geçirmek için, gücü katlamak için ve giderek vahşileşen bir dünyada hayatta kalmak için gerekçe her zaman bir yerlerde bulunabilir. Gerekçenin bir anlamı (“Dava”!) da yoktur. Gerekçenin bir anlamının olmadığı, güya aynı dava peşinde koşan ama birbirleriyle alakasız adamların her birinin kendi meşrebine göre bir takım “kutsallıklar” üretmesinden bellidir. Eğer her birinin gerekçesi gerçekten “kutsal” olsaydı nasıl bir arada durabilirlerdi?

Gayrimedenileşme ortamında, her türlü eyleme geçmek için derme çatma bir gerekçelendirme yeterli hale geliyor. Birileri linç edilecekse, milliyetçilik, din, erkeklik, vb. herhangi bir referans alanından toplanan malzeme derme çatma bir şekilde yan yana getirilebilir artık. Ancak bu sadece sokakta olan bir pratik değildir. Sokak, üst makamlardan yani temsil, yargı, yürütme düzeylerinden kolaylıkla beslenebilir. Yiğit Aksakoğlu, kendisini yargılayan Gezi iddianamesinin bir sorununun “apofeni” olduğunu belirtmişti mesela. Yani tıpkı onun söylediği gibi: “rastgele olaylar, bilgiler ve insanlar arasında sanki bir bağlantı ya da anlamlı bir örüntü varmış gibi görme eğilimi”…

Kir ve masal canavarları

Ancak öyle görünüyor ki, bütün bu gayrimedenileşme sürecinde bile, “apofeni” düzeyinde derme çatma gerekçeler üretenler bile, başkaları üzerinde yaptıkları eylemleri meşrulaştırırken, ötekiler hakkında asgari bir “imaj” üretmek zorunda hissediyorlar. Ulus Baker’in geliştirdiği çerçeveden bakarsak, başkalarının hayatları hakkında karar verme hakkını kendilerinde görenler, bu imajların bir “duygu” üretmesini, duyguların “montajlanmasını” ve harekete geçirecek bir kapasiteye ulaşmasını hesaplıyorlar.

Ve en çok beslendikleri referans ise “kir”… Yani temiz olmak için vücudumuzdan attığımız kir. Başkalarıyla özdeşleştirdiğimiz kir. Mary Douglas’ın Saflık ve Tehlike kitabında anlattığı gibi, bizim en kolayca sembol ürettiğimiz bedenimizin işlevleri, tezahürleri vasıtasıyla kurduğumuz sembollerden besleniyorlar onlar da… Biliyorlar ki, bu sembolleri kullandıkları zaman, onları anlayacak ve düşmanları beklenen tasnife sokacak tonla insan var.

Ya da hepimizin kafasında asla yok olmayan ve her kuşakta yeniden üretilen haliyle masallardaki canavarlar da benzer şekilde işe yarıyorlar. Karga burunlu, karalara bürünmüş, ihtiyar cadılar, “eski” zamanların çirkin insanları… Devler, ucubeler ya da orklar vb… Bizim gibi olmayan acayip yaratıklar… Sonra öte yanda kahraman çocuklar, pamuk prensesler, kırmızı başlıklı kızlar, yakışıklı prensler, Hansel ve Gretel, Keloğlan ya da benzerleri fasulye sırığından yukarı tırmanırlar, uyumakta olan devi, o kötü yaratıkları, çeşitli kurnazlıklarla öldürürler ve mallarına el koyarlar.

Bu masalların dönüşe dönüşe nerelerden, nasıl geldiklerini bilmiyorum ama çok fazla eski olmadıklarını tahmin edebiliriz. Zamanımızın parasal ya da maddi dünyasının kurulmasında başrol oynamış, yabancı diyarlardaki “vahşi” insanların topraklarına el koymuş sömürgecilerin, burjuvazi gibi aktörlerin ve onların zihniyet dünyasının bu masalların üretiminde birinci derecede rol oynadığını düşünmek çok zor değil sanırım.

Yani çocukluktan itibaren, “yakışıklı”, “iyi”, “güzeller güzeli” görünümlerine sahip masal kahramanlarıyla özdeşleşip, her türlü üçkâğıdı, hırsızlığı, kolay yoldan para kazanmanın “normal” bir şey olduğunu kolayca, usul usul öğrenmişiz.

Medenileşme kibirliydi; bir sosyal sınıfın norm ve duygularının özendirildiği “bir arada yaşama” yordamıydı. Ancak artık “gayrimedenileşme” sürecindeyiz; bir arada yaşama yordamı terk-i diyar ediyor; buna karşılık paradoksal bir biçimde “ulvi”, “kutsal”, “resmi” gibi bir takım tezahürler ise tavan yapıyor…

Kendilerini masallarda kolay ve kurnaz yollarla kazanan adamlarla özdeşleştirenler, görünmez kılmaya çalıştıkları gayrimedenileşmenin ateşini körükle besliyorlar…

Sayı: 2019 09
Yayınlanma Tarihi: 2019-09-01 00:00:00

Önceki İçerikRoma harabelerinde Çerkes dansları
Sonraki İçerikХэкум И Макъ – Anavatanın Sesi – Eylül 2019
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.