Üstat Âşık Veysel hayatın en yalın özetini çıkarırken “uzun ince bir yol” diyor ya, daha üstüne söz söylemek çok zor. Onun söylediği gibi yolun da, girilen ve çıķılan han kapılarının da varlığı muhakkak ama esas olan, insanın o yolda nasıl yürüdüğü ve geride ne bıraktığı galiba…
Hem bize anlatılan resmi tarih hem de insanlığın büyük çoğunluğu, yoldaki hikâyelerle, insanların bu yolla kurdukları bağla, yol boyu büyütüp yeşerttikleriyle çok da ilgilenmezler. Bu taraftarvari tarihte makbul olan, zaferler ya da yenilgilerdir. Yolda sadece siyahların ve beyazların, sadece salt iyilerin ve kötülerin, sadece tekil doğruların ve yanlışların olduğunu anlatmayı sever bu tarih. Oysa esas tarih, hiçbir zaman altı çizilmeyenler, görmezden gelinenler ve yok sayılanların hikâyeleri üstüne inşa olur. Esas olan tarih, insan hikâyelerinin ve bu hikâyelerin birbirleriyle kesişimlerinin toplamıdır.
İnsan kendi iki kapılı hanının içinde ilerlerken, bu yol kimi zaman çok zorlu, engebeli ve karanlık geliyor. Böyle zamanlarda kendinden öncekilerin yolda bıraktığı izlere ihtiyaç duyuyorsun. Çünkü bazen ne bilgin, ne özgüvenin ne de o yolu yürümekteki kararlılığın bu yolda iz bırakmışların hikâyeleri kadar sıcak ve sahici bir dost eli gibi oluyor. Eğer konuştuğumuz bir kadının yürüyüşü ise yoldaki tüm zorlukların katmerlenerek arttığını, üstelik bunun tarihin tüm dönemlerinde ve tüm coğrafyalarında var olduğunu söylemek hiç de hatalı bir bilgi olmaz. İşte herkesçe malum bu zorlu yollarda bize ilham olan, güç veren, cesaret veren kadınlar yoldaşımız oluyor. Aramızda asırlara varan zaman ya da kıtalara varan coğrafya farklılıkları olsa dahi onların mücadeleleri ve kazanımları yollarımız boyunca birer fener gibi ışık vermeye devam ediyor.
Herhangi başka bir toplulukta kadın olmakla Çerkes toplumunda kadın olmak arasında onlarca benzerlik veya onlarca farklılık bulmak mümkün olabilir. Bununla birlikte mücadelesi ile ışık olacak bir o kadar çok kadın bulabilmek de mümkün. Bu yazıya ilhamım olan iki Çerkes kadından haberdar olduğumdan beri yumuşacık ama kararlı adımlarla aklımın içinde dolaşıp duruyorlar.
Bu kadınlardan biri, içimdeki sanata dair kıpırdanmaları ritmli bir dansa dönüştüren Mihri Müşfik. Onunla tanışmam tıpkı benim gibi, az bilinen hikâyesini dinledikten sonra “Kim Mihri?” sorusunun peşine düşen Berna Gençalp vasıtasıyla oldu. Bilinen ve kullandığı adlarıyla Mihri Rasim Müşfik Açba yaşadığımız coğrafyanın ilk kadın ressamlarından biri. Aslında kendi döneminde yaşamış diğer genç kadınlara nazaran görece daha kolay ve rahat bir hayat yaşıyor olmasına rağmen hayatını bunun getirileri üzerine inşa etmeyi düşünmemiş, hem kendi sanatının görünür olması hem de kadınların sanat hayatında görünürlüğü için mücadele etmeyi seçmiştir. Gerek Osmanlı sarayında gerekse Avrupa’da aldığı eğitimlerden sonra bu topraklara dönüp kadınlara üniversite seviyesinde sanat eğitimi verecek olan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kuruluşunda öncülük etmiştir. İçinde bulunduğu dönemin koşulları düşünülecek olursa onun bu girişiminin, eğitim aldığı Avrupa’nın dahi ne kadar ilerisinde olduğu kavranabilir. Tek başına bu bile kadın kimliğinden bağımsız ne kadar ileri görüşlü bir aydın ve sanatçı olduğunu kavramaya yeter. Kurulan bu okulun ilk kadın eğitmeni de yine kendisi olmuştur. Okulda eğitim almaya başlayan genç kadınlar açık havada resim yapabilmiş, sergiler açabilmiş, modellerle çalışabilmişlerse bunda büyük payın Mihri’nin cesaretinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Esasen Mihri bu ilham verici cesaretini hayatının geri kalanında da göstermeye devam ediyor. Hayatını, sanatının ve kariyerinin peşinde Paris, Roma, New York gibi birbirinden farklı şehirlerde geçiriyor. Gittiği her yerde sanatı ile kök salabiliyor ve bir portre ressamı olarak kendini kanıtlıyor ve hayatını kazanıyor. Onun yolunun, yolundaki ayak izlerinin bugün bile ardından gelenlere pusula olduğuna hiç şüphem yok.
Zihnimde dolanan Çerkes kadınlarının ikincisi ise Nuriye Ulviye. Küçük yaşlarda eğitim için gönderildiği Osmanlı sarayından yine küçük yaşta yaptığı evlilik sebebiyle ayrılıyor. 20 yaşına geldiğinde eşini kaybetmiş ve varlıklı bir kadın olarak hayatını evinde devam ettirmek yerine kadın mücadelesine önemli ve kıymetli katkılar sunan Kadınlar Dünyası isimli dergiyi çıkarmaya başlıyor. Dergi tüm savaş zamanı imkânsızlıkları ve maddi sorunlara rağmen 9 yıl boyunca neredeyse kesintisiz yayın hayatına devam etti. Konu maddi zorlukları aşmak olduğunda ise Nuriye Ulviye kendi malvarlığından karşılamakta hiç çekinmedi. Kadınlar Dünyası dergisi kadınların hem sosyal hayatta hem de aile hayatındaki konumları üzerine ciddi tartışmalar geliştirip dile getirilmesine cesaret edilmeyen reform hareketlerinden hiç çekinmeden bahsediyor. Kadın dayanışmasının gerekliliği, kadın reformu olmadan toplumsal bir reformdan söz edilemeyeceği ve Batı dünyasında feminizm olarak tanımlanmakta olan kavram, radikal bir üslupla Osmanlı topraklarında da dillendiriliyordu böylelikle. Dillendirilen tüm bu kavramlara literatürde karşılıklar bulmaya çalışıyordu. Nuriye Ulviye başta olmak üzere dergiye emek veren diğer tüm kadınların çabalarıyla Osmanlı Müdafa-i Hukuki Nisvan Cemiyeti 1913 yılında kuruldu. Dergi aynı zamanda kadın hakları, eşitlik ve hak mücadelesini savunan bu cemiyetin bir yayın organı gibi çalıştı. Her iki koldan yürütülen bu mücadeleyle kadınların çalışma hayatında olabilmeleri ve eğitim alabilmelerine ciddi katkılar sunuldu.
Bu ilham kaynağı iki kadının hikâyesini tüm yönleriyle bu yazının içinde anlatmak, en basit tabiriyle nafile bir çaba olur. Ancak onlar ve onlar gibi nice kadının bu yollardan geçtiklerini, mücadelelerini ve cesaretlerini, o yollar boyunca birer fener gibi bıraktıklarını hatırlamak bugünümüze de ışık tutacaktır. Çerkes toplumu olarak ise kadınlarımızın bundan bir asır önce üstesinden geldiklerini hatırlamak günümüzdeki bazı tartışmalara da yön vermelidir. Bu toplumun kadınları, yaşadıkları her dönemde sorumluluk almaktan, öncü olmaktan, kazanımlarını hemcinslerinin faydasına kullanmaktan geri durmamışlardır. Çerkes kadını her dönemde kendini toplumsal hayat içinde hak ettiği yerlere taşıyacaktır. Yeter ki kadına roller biçen, onu geride bırakmayı amaçlayan, kadına var olma alanı olarak sadece evini işaret eden anlayışları toplumumuzun yaşayışından uzak tutmayı bilelim.
*“Aykırı Kadınlar, Osmanlı’dan Günümüze Devrimci Kadın Portreleri”, Hüseyin Aykol, İmge Kitabevi Yayınları / İnceleme-Araştırma Dizisi, Haziran 2012, 231 sayfa.
*www.bianet.org
*www.kimmihri.com