Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Travma, kötülük ve güç

Gene sahile vuran, ölü bebek bedenleri… Memlekette yaşadıkları cehennem hayatından kaçıp kurtulmak isterken, Meriç nehrinde, Ege denizinde boğulan, kayalara çarparak ölen insanlar…

Yasayla değil, siyasal icraatla, KHK’larla işlerini kaybettikleri için, aç kaldıkları için kaçan insanlar… O sularda boğulan çocuklarının karnını doyuramadıkları için, vebalı muamelesi görüp, sosyal linç, dışlama ve tecride uğradıkları için kaçan on binlerce insan… Haklarında açılan davalardan beraat almalarına rağmen, pasaportlarını alamayan, nefes alamayan, psikolojik çöküntü geçiren binlerce insan, intihar eden onlarca insan…

Tabii ki, resmi tarih memurları “devletin düşmanlarını temizlediği muhteşem bir organizasyon” diye yazacaklar bütün bu olup bitenleri. Ama biz de, devrim kardeşlerinin beraber yürüdükleri yollarda birbirleriyle kapışmaları vesilesiyle, Bizans’tan Osmanlı’dan bu yana gelen bir devlet geleneğinin bundan nasıl beslendiğini ve gücünü tazelediğini bileceğiz. Bunu “bileceğiz” ama hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimiz ve öte yandan hep “hissedeceğimiz” bir başka iz kalacak. Memleketin hafızasına, darbeler, baskılar, sürgünler tarihine ve o tarihin “ölçülemeyen” yaraları arasına yeni bir “travma” olarak yazılacak bu olaylar zinciri…

Kimliğe göre vicdan

Üstelik bu travma, sadece KHK’lı, FETÖcü, METÖcü olarak damgalanan insanların travması değil. Bu memlekette yaşayan ve aslında önceki memleket hallerinden zaten yeteri kadar olumsuz anlamda nasiplenmiş ortalama insan hallerini de bir kere daha ortasından yaran bir travma… Üstelik, yüzlerce insanı 15 Temmuz’da acımasızca katleden, kuruların yanında yaşların yanmasından hiç beis görmeyen bir zihniyetin ürettiği bir travma bu. Bu zihniyet, “insanlar” (çocuk, kadın, yaşlı fark etmiyor) hakkında herhangi bir beis görmüyor; çünkü bu zihniyet zaten sadece ve sadece muhayyel bir beka meselesi vasıtasıyla kimlik inşa edip, o kimliğin altına girenlere, çıkarlarını koruma garantisi veriyor.

Bir strateji olarak bu zihniyetin tezahürlerini ve sıradan insanlar tarafından tüketildiğinde ortaya çıkan sonuçlarını, mesela iç parçalayıcı bir vaka olarak Alan Kurdi (Aylan bebek) meselesi vasıtasıyla hatırlayalım. Bütün memleket olarak, Alan bebeğin sahile vurmuş cansız bedenini görünce çok üzülmüştük ve içimiz parçalanmıştı. Sonra çocuğun Kürt olduğu öğrenildiğinde, sosyal medyada gözyaşı dökenlerin yarısı, “Pardon! Yanlışlıkla üzülmüşüz!” demişlerdi.

Bugün insanları değil, sıfatları, etiketleri yücelten zihniyetin ürettiği kötülük eşliğinde, dünyanın en masum insanları –çocuklar- ölürken, birileri gene etiket avı ve “etikete göre vicdan” yapıyor. Gene vicdanları hesap kitapla çalışan birileri, çocukları “terörizm” ile birlikte anmışlar. En iyi ihtimalle ölen çocuğu, anasının babasının yüzünden hayatını kaybetmiş bir “sivil zayiat”  (hani Amerikan ordusunun sık sık yaptığı ve literatürde yerleşmiş tarifle “collateral damage”) olarak görüyor.

Türkiye’de bu türden etiket peşinde koşanlar hiç eksik olmadı. İster 1940’ların Varlık Vergisi’ni, ister 6-7 Eylül 1955 pogromunu ya da 1978 Maraş katliamını ele alın; ister Hrant Dink’in katledilmesini alın, toplumun hiç yabana atılmayacak bir kesimi, kötülük üreten odakların esiri olabildi, zayıfları linç etti; linçleri, cinayetleri alkışladı. Her seferinde ve birbirlerine eklenerek, katlanarak yaygınlaşan bu olaylar, bu işlerin görevlileri tarafından ilmek ilmek ve hep örüldü.

90’lı ve 2000’li yıllarda konuşmaya çalışan toplumun esir alınması ve yıldırılması için seferber edilen özel kuvvetlere bağlı görevlilerin basmadıkları toplantı kalmadı. 6-7 Eylül sergilerinden, Azınlık Raporu’nun sunulduğu toplantılara, Bilgi Üniversitesi ya da başka kurumlarda düzenlenen Ermeni konferanslarına kadar, her vesileyle Kemal Kerinçsiz, Ramazan Bakkal ya da Türk Ortodoks Kilisesi’nin temsilcisi gibi bir takım insanlar, konuşmaya çalışan insanları yıldırmak üzere başrol oynadılar…

Artık bu adamlar piyasada yok. Ama düşünceleri kamusal alanda iktidarda. Dolayısıyla, onların ortalıkta dolaşmasına, Hrant Dink’in mahkemesinde olduğu gibi, mahkemelere gidip bozuk para, kalem falan atmalarına, Ermeni konferanslarını basıp yumurta atmalarına, kürsülere saldırmalarına gerek yok.

Temizlenen sabıka kaydı

Konuşulmaya başlayan, üstü örtülü gerçeklerin ortaya çıkıp hayatımızı, ruhumuzu iyileştirme sürecine karşı, yükselen bu iyileşme, şeffaflaşma ve demokratikleşme hareketine karşı, o zamanlar “muhalefet” edenlerin artık tabii ki ortaya çok fazla atlamalarına gerek kalmadı. Onlar görevlerini yerine getirdiler. Artık onların provoke etmeye çalıştıkları süreç zaten marjinalize oldu. Ermeni soykırımı Taksim’in göbeğinde anılırken, Cumartesi anneleri yıllardır acılarını Galatasaray meydanında seslemeye çalışırken, artık oralardan kenarlara sürüldüler.

Uçuk kaçık, içine bir sürü masum insanın şüpheli olarak doldurulduğu bir Ergenekon iddianamesi sayesinde, derin operasyonları muhteşem bir şekilde organize eden odaklar, muhteşem bir aklamadan geçtiler. Bu vesileyle, “Ergenekon” diye bir şeyin olmadığını, Danıştay katili Alpaslan Arslan’ın meğerse “tek başına” hareket eden bir adam olduğunu öğrendik… Artık isminden son zamanlarda bahsedilmeyen Veli Küçük’lerin falan kim olduğunu bilmemize de gerek kalmadı… Teşkilat’-ı Mahsusa’dan beri süren bir gelenek, adı Özel Kuvvetler ya da Gladio ya da Kontrgerilla, ne olursa olsun, yeni bir hayat ve itibar kazandı… Önce FETÖcülerin Ergenekon’u ve 15 Temmuz’u, sonrasında bugün Erdoğan, Bahçeli ve Perinçek’i bir araya getiren koalisyon sayesinde, devletin en karanlık yüzü meşrulaştırılmış oldu.

Ve bir zamanlar “İslami sosyal hareket” olarak andığımız ve içinde adalet ve özgürlük taleplerini gördüğümüz hareketten mükemmel bir devlet koalisyonu için payanda çıktı. Düne kadar “herkes için özgürlük” diyen, “Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa hesabı Ömer’den sorulur!” kıssasıyla Müslümanların sorumluluğunu anlatan, “biz liberal demokrasiler gibi çoğunluğun değil, yüzde 1’in bile özgürlüğünden yana olan gerçek adalet ve özgürlük savaşçılarıyız” diyenlerin birçoğu saray kuklalarına dönüştü.

6-7 Eylüller, darbeler, Kürtlerin atıldığı asit kuyuları, Maraş, Sivas Madımak, 1 Mayıs katliamları, Hrant Dink cinayeti, Malatya Zirve cinayetleri ve bunlar gibi “meçhul” kalan onlarca, yüzlerce cinayet ve General Yirmibeşoğlu’nun ifadesiyle “mükemmel organizasyonların” kimin marifeti olduğunu resmen öğrenme imkânımız ötelere itildi; travmalarımızın içindeki katmanlarda üzerleri örtülmek ve canımızı hep acıtmak üzere yerlerini aldı… Değil, Kürtçe’ye ve diğer dillere daha geniş özgürlük alanları açmak, polis Kürtçe şarkı söyleyen şarkıcının bile elinden mikrofonu kapıp alıyor artık…

Bunlar bizim hallerimiz… Travmamıza travma katan, bizi daha da birbirimize düşman eden hallerimiz. Ama kendi başımıza değiliz. Bizim özel durumumuzu besleyen küresel haller var.

Dünyanın dört bir köşesinde sürmekte olan paradoksal bir durum var. Küreselleşerek birbirlerine benzeyen insanlar aynı zamanda yerelleşerek farklı kalmaya çalışıyor. Küresel ve yerel arasındaki bu gerilimden hareketle yeni melezlikler üreten insanlar aynı zamanda gene melezlikler üreten başka insanları tehdit olarak görüyorlar ve kendileri de o insanlar nezdinde tehdit olarak görülüyorlar. Korkunç bir çaresizlik bu… Toplum, adeta çeşitli kültürlerin mitolojilerindeki kendi kendini yiyen yaratıklarınkine benzer bir şekilde canavara dönüşüyor. Hem korkan hem saldıran bir canavar.

Bu yüzden dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, Türkiye’de de ahlaki olarak korkunç bir panik yaşanıyor. Hem gelecekten, hem yoksulluktan, güvenlik yoksunluğundan, hem de başkalarından / birbirlerinden korkan insanların paniği… “Beka” tahayyülü de bundan besleniyor. Orhan Pamuk’un bir cümleye sığdırdığı gibi:

“… aileler, insanlar geceleri sokaktan kaçıyor ve sanki kendi iç âlemlerine sığınıyorlardı; eski masallar gibi saf ve sınırsız bu gecede Türk olmak yoksul olmaktan çok daha iyi bir duyguydu.” (Kafamda bir tuhaflık, s. 110)

Kötülüğü saklayan kalkan

İşte böyle ortamlarda, panikten gerçek ve sembolik silah devşiren kötülüğün vücut bulmuş halleri, mafyatik örgütler, silahlı çeteler ya da üçkağıtçılar daha garantili etiketlerle örtünüyorlar. Korkunun ürettiği kimlikler, bu suç örgütlerine saklanma ve araziye uyma imkânı veriyor. Bizzat cari egemen zihniyetin ürettiği meşruiyet altında, kitleleri saran “milliyet-devlet-din” karışımlı söylemler, kötülükle var olan odaklar için hem sömürmek için zengin bir malzeme hem de muhteşem bir kalkan işlevi görüyor.

Dolayısıyla, bu kalkanı inşa etmek için, aynı zamanda kendisini tek ve en meşru gösterecek, “sahiplik” etrafında bir inanma ritüelini de işletmek gerekir. Bu ritüelle, tekrar ede ede, sürekli propaganda teknikleriyle, memlekette birileri kendilerini hep “gerçek sahipler” gibi görürler. Bu sosyolojik ve psikolojik olarak çok önemli bir duygu halidir. Eğer bu duyguyu gerçekten çok iyi ezberler ve içselleştirirseniz, hem rahatlarsınız, hem de başka etiketlere sahip olanları her türlü aşağılama ve tepeleme hakkını da kendinize bahşedersiniz.

Mustafa Kemal’in 1920 Pozantı konuşmasında söylediği şu sözler ve her dönem bu ve benzeri sözlere eklenen yeni sözler, zaman içinde dinli ya da dinsiz, herkesin kendine “sahipliğe” dair vazifeler atfetmesi için gerekli olan bir duygusal sermaye haline gelir:

“Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır. (…) Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.”

Geçenlerde İmamoğlu’nun deprem toplantısına çağrılıp çağrılmadığına dair polemiklerin ortasında Cumhurbaşkanlığının atanmış memuru olan bir kişi, TV’lerde yukarıdan bir dille, “sahiplik dersi” veriyordu. Kabaca, “Eğer depremde bir vatandaşımızın burnu kanarsa, bilgi kirliliği yapanları affetmeyeceklerini” (yoksa “acımayacaklarını” mıydı?) söylüyordu. Kendinden çok emin, ağır ve sert âbi rolünü benimsemiş bu bürokrat adeta devlet olmuş, “devletlû” bir zat olarak konuşuyordu…

Aslında memurun hal ve tavrında, vücut dilinde, zavallı ölümlülerin dünyasından çıkıp, kendi muhteşem imajından mest olmuş bir seçkinlik haline ulaşmış olmanın verdiği tatmin sezilebiliyordu…

Aslında bu hal, travmatik bir toplumun bütün fertlerinin hayalinde olan bir hal… “Sahip olmak” ve “önemli olmak”la gerçekleşmiş bir mertebe ve garantili etiket sayesinde elde edilmiş bir güç ve tatmin… Aşağılanmışlıktan, travmalardan geçip, kötülükle harmanlanıp, güce ulaşmaya çalışan bir döngü hali…

Ferhat Kentel
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

Yazarın Diğer Yazıları

Coğrafya ya da kötülük kader mi?

Hani “Coğrafya kaderdir” diye bir laf var ya… Tabii ki öyle bir şey yok… Ya da tabii ki yaşadığımız coğrafyanın, iklimin alışkanlıklarımız ve giyim...

12 Eylül’le yüzleşmek, 12 Eylülcülüğü aşmak

Bazılarına göre, AKP iktidara geldiğinden beri, yani 2002’den beri ama bana göre yaklaşık 10-15 yıldır Türkiye derin bir devlet krizi yaşıyor. Özellikle 2018’de fiilen...

Neoliberal popülist ahlaksızlığa karşı evrensel ahlak

Biraz sayılarla konuşalım. Türkiye’de asgari ücret civarında maaş alan insanların genel çalışan nüfusa oranı yüzde 55’ten çok. AB ortalamasında bu oran yüzde 10’dan az. Türkiye’ye...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img