“Pantolon yırtmaca”, “ara kesti”, “harimole”, “eller yukarı”, “lalenpe lülenpe kındrabiç”, oynadığımız oyunlardı. Oyuncak bilmezdik.
Köyümde annesi babası Almanya’da işçi olarak çalışan bir arkadaşımın dışında oyuncağı olan hiç kimse yoktu. Köydeki tek bisiklet, abimin ortaokula geçtiği yıl amcamın aldığı bisikletti. O da bir anda tüm köyün çocuklarının bisikleti haline gelmiş, birkaç ay içinde de paramparça olmuştu.
Oyuncakla oynadığımız zamanlar, onları genellikle çamurdan yapardık. Çamurdan radyolar, çamurdan arabalar, köprüler, evler kurardık.
Tek oyuncağımız “talakana”ydı. Belimize kadar gelen bir sopaya, gres yağı kapaklarını çiviyle çakıp sürdüğümüz bir araçtı talakana. Bir sopa, bir çivi, bir de çubuk yeterliydi. Gerisi “drnn” diye bağırmanıza ve bacaklarınızın gücüne kalmıştı.
Herkes talakana yapabilirdi. Yani talakana sahibi olmak sizi imtiyaz sahibi yapmazdı. Ama eğer talakanızda çivi yerine cıvata-somun, gres yağı kapağı yerine ağaçtan oyulmuş tekerlek kullanılmışsa, o her çocuğun özeneceği, sadece size özgü bir oyuncak halinde gelmiş demekti.
Bu imtiyazı ben Arif Abi sayesinde yaşamıştım. Tüm yaşıtlarımın peşinden koşturduğu talakanayı o yapmıştı. Büyük bir boy aynasının dağılmış çerçevesine delik açmış, pekmez küleğinin dibini teker olarak kullanmış, bir cıvatayla bu ikisini birleştirerek bana imtiyaz sağlayan, bana özel talakanayı yapmıştı.
Arif Abi, evde babamdan sonraki otoriteydi. Kocaman nasırlı elleriyle bırakın vurmasını, okşaması bile başımızı ağrıtırdı. Evimizin bir ferdiydi. İlkokula başladığım yıllarda Arif Abi gitti, onun yerine kardeşi Cafer Abi geldi.
Cafer Abi, Arif Abi’den farklı olarak daha çok büyük abi konumundaydı. Arif Abi gibi ondan ürkmüyorduk. Abilerimle şakalaşmaları, köyün diğer gençleriyle maceraları, birbirlerine takılmaları bizi de neşelendiriyordu.
Arif Abi de Cafer Abi de sabahın erken saatlerinde işe başlarlar, sadece kendileri değil bize de yaşımıza göre bir iş vererek başlatırlardı. İtiraz hakkımız var mıydı doğrusu bilmiyorum. Bilmiyorum, çünkü itiraz etme gibi bir kavram aklımıza dahi gelmezdi. Tarlada birazcık fazla yatsak Cafer Abi’nin suratı asılır, “hadi hadi” diye söylenmeye başlardı. Bize göre abilerimden daha çok işe sahip olan, abilerimden daha çok işin bitmesini ama doğru düzgün bitmesini gözeten bir abiydi.
Sonra anladım ki Arif Abi de Cafer Abi de bize azap durmuşlardı. Sonra, Uzunyayla’da ücretli tarım işçilerinden bir mevsim boyunca sürekli çalışanlara azap dediklerini, arada kurulan ilişkinin “azap tutum”, “azap durdum” sözleriyle dile getirildiğini öğrendim.
Bizim Arif Abimiz, Cafer Abimiz vardı. Köyde başka azapları olanların da, örneğin Durdu Dayısı vardı.
Azaplar yıllarca aynı ailede çalışıyor, evin bir ferdi gibi görülüyorlardı. Saygıda kusur etmek, sadece bizdekilerin değil, köydeki diğer azapların da aklına dahi gelmiyordu.
Ücretli tarım işçiliği giderek yok oldu. Abi dediğimiz, dayı dediklerimiz ya Almanya’ya işçi olarak gitti ya şehirde brikette çalışmaya, inşaat işlerinde işçi olmaya başladılar.
Yine azap duranlar oldu, ama onlar ne abimiz ne dayımız oldular. Daha mesafeli, daha uzak ilişkiler ortaya çıktı.
Köylerde artık, “harimole” oynayan, “pantolon yırtmaca” oynayarak yerde sürünen, “ara kesiti”yle koşturan, “eller yukarı”yla savaşan, talakana süren, çamurdan oyuncak yapan çocuklar yok. Her çocuğun altında bir bisiklet, evler değişik değişik oyuncak dolu. Köylerde artık çocuklara kendilerini iyi hissetsinler diye talakana yapan Arif Abiler, Cafer Abiler, Durdu Dayılar da yok.
Geriye azap durup yıllarca bir aile ferdi gibi üretip çalışanların tatlı hikâyeleri kaldı.
Köyün birinde genç bir azap, çalıştığı evin kızına ilgi duymuş. Kızın adı Gogune’ymiş. Kızın babası gencin ilgisini anlamış, ima yollu kızını verebileceğini hissettirmeye başlamış. Adamcağız Gogune’yi alma umuduyla canla başla yıllarca çalışmış. Bir gün hesaba oturmuşlar. Kızın babası azabına aldıklarını kalem kalem saymaya başlamış: “Şu kadar çift gizlavet lastik şu kadar lira, şu kadar tütün şu para…” Hesap uzuyor, genç azabın sabrı da tükeniyormuş. Bir noktadan sonra dayanamamış, “Ağa, üçü beşi bırak, Gogune’yi bana verecek misin” deyivermiş.
Biz sınıf farkının yarattığı uçurumları, Cem Karaca’nın “İşçisin sen, işçi kal” şarkısından önce Gogune hikayesi ile öğrenmiştik. Bizim hikâyemizde sınıf farkı Cem Karaca’nın şarkısındaki kadar keskin değildi. Keskinleşti. Azaplık nerdeyse kalmadı ama yerini halen bir yerden bir yere can güvenliğini sağlayamadan götürülen, yolda her yıl onlarcası ölen mevsimlik tarım işçileri aldı.
Bizim zamanımızın azapları çadırda yaşamazdı, bizim zamanımızın azapları ötekileştirilmez, küçük görülmez, ailenin bir ferdi olurlardı. Zaman değişti, kapitalizm denilen sistem, tarım dahil bağımlı çalışmayı emeğin yağmasına dönüştürdü.
Şimdi emeği yağmalananların Gogune’yi isteme zamanı geldi geçiyor. Sermayenin örgütlü, emeğin güçsüz olduğu kapitalist sistemde Gogune, insanca yaşam koşullarının adı oldu. Bugünün Gogune’sine ulaşmak ise deveyi hendekten atlatmaktan daha zor. İşin acı tarafı bu…