Ben delirirken siz neredeydiniz? Anbean delirişime şahit olanlar; evet, evet siz, neredeydiniz?
İçimde iki kişiyle doğdum ben. Biri normal doğacaktı, diğeri ters doğmayı tercih etti ve hikâye başladı. Biri uslu bir çocuk gibi görünmeyi severdi, fırfırlı, pembe elbiseler giymeyi. Diğeri meraklıydı; keşfetmeyi, denemeyi, tehlikeli yerlerde gezmeyi severdi. Büyüdükçe yer değiştirmeye başladılar. O meraklı olan gittikçe sessizleşti. Çünkü öbürü o kadar sahtekârdı ki onun yaptıklarına için için küstü.
Ergenliğinde asi olan, söz dinlemeyen işte hep o uslu görünendi.
Sonra, beraber büyüdük biz. Çetrefilli yollardan, balta girmemiş ormanlardan, uyanılmaz sanılan uykulardan, büyük aşklardan geçtik.
İçimde iki kişi var benim…
Biri kırılır, diğeri öfkelenir.
Biri ağlar, diğeri kahkahalar dolusu güler.
Biri susar, diğeri hep konuşur.
Biri hep şaşkındır, diğeri hiç şaşırmaz.
Biri yaralanır, diğeri düştüğü yerden kalkıp üzerindeki tozları silkeler umursamadan.
Biri yalnızdır, diğeri hep çok kalabalık.
Biri uyuyamaz, diğeri dünya yansa umursamaz.
Biri masal sever, diğeri gerçekleri bilir.
Biri ölüme tutkundur, diğeri yaşama.
Biri âşık olur, diğeri zaman geçirir.
Biri yazar, diğeri yaşar.
Diğer yarıma, diğer yanıma yabancıyım şimdi. Aramızda dağlar, denizler, aşılmaz uçurumlar var. Kendi bedenimde iki yabancıyla yaşıyorum. Biri hep öteki…
Sahi, siz hangiyle tanıştınız? Bende onlardan iki tane var çünkü…
Kırgınken gördünüz mü beni? Ahkâm kesmezken… Dinlerken… Âşıkken… Şarkı söylerken… Gördüğüm bütün rüyaları hayra yorarken…
Dizim kanarken gördünüz mü beni? Bin kez geçtiği yollarda yürümesine rağmen bininci kez düşmüşken… O yarayı sararken gördünüz mü beni? Gözümün yaşını yarama ilaç yaparken…
Kanatsız uçulan bütün rüyalardan geldim ben, en yüksekten bıraktım kendimi boşluğa. Rüzgâr, savururken saçlarımı; kollarımı açtım gelen her ölüme.
Sahi, ben delirirken siz neredeydiniz?
Peki;
Ben ölürken siz neredeydiniz? Anbean ölümüme şahit olanlar; evet, evet siz, neredeydiniz?
Bazıları şanslı doğar, onlar bebekken dört yapraklı yonca takar amcaları, teyzeleri omuz başlarına maşallah yerine. Bazıları doğarken isimler düşünülür günlerce, sözlüklerden anlamlar seçilir. Adıyla, anlamıyla, kulakta bırakacağı ahenkle doğar bazı kadınlar. Babaları onları severken başka türlü sever, saçlarını okşarken masalların sonunu değiştirir küçük kızı üzülmesin diye. Fotoğraflarda hep gülümseyen, şımarabilen, çiçeklerle, denizle pozlar verebilenlerdir onlar. Meraklı, keşfetmeyi, denemeyi, tehlikeli yerlerde gezmeyi severler. Oyuncakları, balonları, pastaları, doğum günlerini…
Bazıları şanssızdır doğarken. Onlara mavi boncuktan bileklik ya da kolye, en fazla nazarlık takılır. İsimleri aile büyüklerinden birinin ismidir, kimse kimseye kızmaz, kırılmaz ismi seçilirken. Adının anlamı bilinmez, mübarek isimlerdense sevilir daha çok. Sessiz, ürkek, saçı lastikle tutturulmuş, teni güneşten yanmış, başkalarının eskileriyle büyümüş kız çocuklarıdır onlar. Doğum günü ya hasat vaktidir ya karpuz çıktığı zamandır ya da diz boyu kar olduğu hatırlanan, zorlu bir gece.
Törenin, ölümün, aşka konmuş yasakların, “Okuyup da ne olacak?”ların, çeşme başlarının, tülbent oyalarının, çiçekli pazenlerin olduğu yerlerde kol gezer ölüm. Adı aile büyüklerinden birinin adı olan kız çocuğunun yakasına yapışır en sevdiğinin elinden. Babası, kardeşi, oğlu, kocası… Onunla aynı kaderi yaşayan, ölümle burun buruna yaşayan annesi, gözyaşlarını içine içine akıtır da ağlayamaz bile utancından evladına.
İşte, bu ikilemin acımasız kavşağına getirip bırakıyor hayat beni! Lanetleniyorum kirpiklerimden saçıma dek…
Elimden tutup kavşaktan bir çıkmaz sokağa saptırıyor sonra hayat. Kulağıma; “Kadınlar neden hep susar?” diye fısıldıyor yolda, otobüste, evde, metroda, kafede iç sesim… O soru, boğazımda kalan ekmek gibi bir his bırakıyor, ne kadar yutkunsam da geçmeyen bir his…
İçimdeki ses sormayı bırakınca, zehirle sırlanmış bir ayna kalıyor önümde, baktıkça ölümü göreceğim.
Bazı kadınlar şanslıdır, bazıları şanssız. Aynı bedene hapsolmuş iki ruh gibi yan yana yaşarlar onlar.
Birine şiirler yazılır, diğerine alın yazısı.
Biri kırılır, diğeri dövülür.
Biri fotoğraflarda papatyadan taç yapar saçlarına, diğeri gece yolunmuş saçlarını kendi toplar yerlerden.
Biri konuşurken bal damlar dudağından, diğeri konuşursa kan!
Biri şaşırsa, sevinse, üzülse, korksa çığlık atar, diğeri ölürken bile sesini çıkaramaz.
Biri yalnızlığıyla başa çıkamaz, diğeri yalnızlığının farkına bile varmaz.
Biri hep sevilir, diğeri hep dövülür.
Biri parfüm kokar, diğeri ölüm.
Biri okur, diğeri yaşar.
Biri, diğerinin yaşadıklarına ağlar, yardım etmek ister, kadınlar ses çıkarsınlar diye bağırır; diğeri gülümseyerek ona bakar.
Aynı bedene hapsolmuş iki ruhtur onlar. Birbirlerini hiç tanımayan…
Diğer yarıma, diğer yanıma yabancıyım şimdi. Aramızda dağlar, denizler, aşılmaz uçurumlar var. Kendi bedenimde iki yabancıyla yaşıyorum. Biri hep öteki…
Sahi, siz hangiyle tanıştınız? Bende onlardan iki tane var çünkü…
Kırgınken gördünüz mü beni? Ahkâm kesmezken… Dinlerken… Âşıkken… Şarkı söylerken… Gördüğüm bütün rüyaları hayra yorarken… Ölürken… Ölmemek için öldürürken…
Dizim kanarken gördünüz mü beni? Bin kez geçtiği yollarda yürümesine rağmen, bininci kez düşmüşken… O yarayı sararken gördünüz mü beni? Gözümün yaşını yarama ilaç yaparken…
Kanatsız uçulan bütün rüyalardan geldim ben, en yüksekten bıraktım kendimi boşluğa. Rüzgâr, savururken saçlarımı, kollarımı açtım gelen her ölüme.
Ben delirirken siz neredeydiniz?
Ben ölürken nerede?
Birine âşık oldum diye başka bir adama zorla verdiklerinde, zifaf gecemi gördünüz mü? Kocam yemeği beğenmediğinde beni duvardan duvara vururken, saçlarımı bileğine dolayarak kaçmamı engellerken? Babam, bir oğlana baktım diye üzerimde odun kırarken? Amcam, beni sevmeyi abartıp üzerime abanırken?
Çok sevdiğini söyleyen her adamın canıma kastı varken duydunuz mu sesimi?
Ben gazetelerin üçüncü sayfasından geldim. “Vah, vah! Bak yine bir kadını öldürmüşler!” kadar kısa bir üzüntüyüm hem sizin, hem canımdan olanların hayatında. Hayra yorulmayan bir düşüm…
Aynaya baktığımda gördüğüm suret işte o diğer yarım. Biri büyük şehirde yaşayan, kaybolmuş, karanlıktan korktuğunu, gök gürlediğinde ağladığını gizleyecek kadar kahraman; diğeri namusunu ak gerdanında ateş kadar kırmızı bir yakut gibi taşıyan, şiveli ağzının içi pembe, yazmasının nakışıyla ağrısını anlatan…
Aynada bana yabancı gözlerime baktıktan sonra diğer yanıma dönüp; “Yaranı belki saramam, belki seni kurtarmaya gücüm de yetmez ama göster yaranı üfüreyim. En azından canının acısı hafifler…” demek isterdim.
“Sen özgür olmadıkça, ben hep tutsak kalacağım!” diye sarılmak isterdim canımın yarısına.