Adıyüf bir yol açmak istiyor

0
751

İlk insanla doğdu takılar.
Karanlığın kötülüklerinden, doğa hareketlerinden kısaca ölümden korunmak için deriden şeritlere dizilen taşlardan, boynuzlardan, kemiklerden, deniz kabuklarından yapılma bilezikler, yüzükler, gerdanlıklar üretti insanoğlu.
Bir de baktı ki suya yansıyan görüntüsü takılarla daha farklı, daha güzel.
İşte o andan sonra taktıklarını bir daha hiç çıkarmadı.

Anlatırlar ki;
“Kafkasya’ya ayak basan ilk gezginler, kalpaklı ve yaşlı bir adamla karşılaşmışlar, sormuşlar;
“Sen de kimsin, nereden çıktın?”
İhtiyar yanıtlamış: “Koca dünya pelte halindeyken, yeryüzü henüz kabuk bağlamışken, gökleri ağlarla gerip yükseltirlerken, toprak loğla dövülüp sertleştirilirken, ulu dağımız küçücük bir tümsek gibiyken, koca İdil’i küçükler adımlayıp geçerlerken, ben o zaman da aksakallıydım” demiş (Sayın Doğan Özden tarafından yapılan, bilinen tarihi 300 küsur yıllık bir şarkıdan derleme).
Sayın Aydın Osman Erkan ise; “Tarih Boyunca Kafkasya-Çivi Yazıları-1999” adlı eserinin önsözünde şöyle yazmaktadır:
“… İnsanoğlu gerçeği tam olarak belki de hiçbir zaman öğrenemeyecektir, fakat nereden bakarsanız bakın karşınıza Kafdağı çıkar.”
Hemen tüm dünya dillerinde, tüm dünya destan ve masallarında yer alan, ulaşılmaz, efsunlu, gizemli, atlas renkli, düşler, mutluluklar ve büyük acıların yaşandığı ülkedir KAFKASYA.
Ünlü tarihçi Alexander Başmakof insanlığın geçmişinin gizemi hakkında şöyle yazar: “Tarih öncesi devirlere ilişkin anahtarlar, Kafkas ve Pirene dağlarının yüksek vadilerinde yaşayan kavimlerin elindedir.”
Çerkes boylarının kutsal ata yurdu; doğudan batıya, kuzeyden güneye, binlerce yıldır toplumların, uygarlıkların geçtiği tarihi kavimler kapısıdır Kafkasya.
Masallarda zümrütten bir dağdır Kaf Dağı ve öyle heybetlidir ki dünyayı sardığı düşünülür.
Ardında zümrütler, elmaslar, yakutlardan hazineler olduğu gibi devasa devler de vardır ve sevgiliye kavuşmanın yolu hep bu dağdan geçer.
Krallar kızlarıyla evlenmek isteyen delikanlıları bu dağ ile sınarlar, aşkların erişilmez maceralarla dolu öyküleri bu dağın ardında mutluluğa ulaşır.
Mitolojik bir efsanedir ve her masalda, her inançta Kafdağı olarak muazzam yerini alır kutlu ELBRUZ. Adigeler nurlu dağ anlamında Oşhamafe diye adlandırırlar Kafkasya’nın sembolü, özgürlüğün kutsal anıtını…
Oysa kutlu Oşhamafe’den ayrılığın üzerinden 155 yıl geçti. Hâlâ yaralıyız, hâlâ üzgünüz, hâlâ rüyalarımızda zırhlı şövalyeleri görüyoruz.
Oysa gün gelecek, kimseler bilmeyecek bu halkların nereden ve neden geldiklerini. Tarih kitapları bunun için yazılmış olsalar bile.
Gazeteci, yazar Sayın Fehim Taştekin’ in benzetmesi ile, her düğünde, dansa kalkan kızlarının “Kafe” oynarken Kaf Dağı’ndan zorla göçe çıkarılmış kuşlar gibi süzüldüklerini, oğullarının ise “Leperuş” ya da “Lezginka” oynarken yarım kalmış dağlı yaşamının ritmini tuttuklarını kimse bilmeyecek…
Sanatın doğuşu insanlığın doğuşu kadar eski ve bu sebeple de aydınlatılması cidden güç bir mesele. İnsanlığın mazisinin 4-5 bin yılı aşmaz sanıldığı 18. yy ortalarında Yunan ve Roma işleri sanatların en eskisi sayılıyordu. O zamanlar sanatın doğuşunun tespiti meselesinde de hiçbir güçlük görülmüyordu. Fakat zamanla görüşler değişiyor.
Kuzeybatı Kafkasya’nın erken metal çağına MÖ 3000 yıllarında, başka bir deyişle, günümüzden 5000 yıl önce ulaştığına inanılmaktadır. Bu, kültürün en parlak döneminde demir dışındaki tüm metallerin işlendiğini anlatmaktadır.
Birçok araştırmaya konu olan ve insanlık tarihinde bilinen pek çok kavramı değiştiren Maykop Kültürü MÖ 3000’de Kuban Nehri’nin güneyinde doğup gelişmiştir. Bu kültür, etkilerini giderek doğuda Dağıstan’a, batıda Novorosissk ve Taman topraklarına kadar hissettirmiştir.
Araştırmacıların büyük çoğunluğu, Abhaz-Adigelerin yani Çerkeslerin kökeninin her hâlükârda Küçük Asya’nın kuzey bölgesinde yaşayan ve komşuları olan Hatti, Kaşk ve Abeşla gibi eski kavim gruplarıyla akraba olduğunda birleşiyorlar ve Adige lisanının tarihte Hattiler’in kullandıkları dil olduğunu kabul ediyorlar.
Yaşamlarında el sanatlarına geniş yer veren Çerkesler, bilhassa dekoratif sanatlarda ve gümüş işlemeciliğinde son derece estetik objeler, modeller üretmişlerdir. Bugüne ulaşmış birçok eser, yapıldığı çağ ve yer belirtilerek Kuzey Kafkasya müzelerinde ve ünlü Ermitaj Müzesi’nde (Государственный Эрмитаж) sergilenmektedir.
Son zamanlarda, bu araştırmaların sonucu olarak dünyaya başka isimlerle yayılan bazı sanat dallarının, Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki dağlık coğrafyada yaşamış olan Çerkesler’e ait olduğu belgelerle ortaya çıkarılmıştır.
Yazar E. Schilling “Adigelerin işlemeli kıyafetleri ile karşılaştırılabilecek olanı Kuzey Kafkasya’daki Dağıstan’da bile bulamazsınız” diye yazmaktadır (The Adyge Design. 1940).
Takının bir türü sayılan gümüş örücülüğü, ülkemizde Trabzon işi adıyla anılmaktadır. Dünyada zırh örücülüğü olarak bilinen, yaklaşık 30-35 mikron (0,3 mm) kalınlığındaki altın ya da gümüş tellerin ilmek ilmek örülmesiyle icra edilen bu sanatın ürünleri, Trabzon’un Mersin Köyü’nden Anadolu’nun hemen hemen her yerine yayılmıştır.
Kültürümüzü yansıtan el sanatlarımızın en güzel örneklerinden olan Bartın yöresine ait gümüş tel kırma işlemesi, araştırmalara göre Anadolu’da 1890-1900 yılları arasında ilk defa görülmüştür (büyük Çerkes Sürgünü ise 1860’lı yıllarda başlamıştır). Görülmektedir ki bu sanat türleri ve metal örücülüğü Kafkasya, Karadeniz kıyıları ve Mezopotamya kuşağı üzerinde beslenmiş ve değişen isimlerle günümüze gelmişlerdir.
Pek çok el sanatını kadınlar üretirdi Çerkeslerde, erkekleri en gösterişli zırh ve elbiselerle savaşa göndermek onların işiydi mesela… Genç kızlar ağır işlerde çalıştırılmaz, sadece dikiş ve nakış yaparlardı.
O yüzden iyi dikiş diken, nakış yapan kadınları;
“İğnenin ucuyla şimşek çaktıran”
“Makasın ardıyla gök gürleten”
“Uçan kuşun resmini çıkaran” diye tasvir ederlerdi.
Kısaca; bu dünyada derin izleri olan muhteşem bir kavim yaşamış ve biz ardılları hâlâ o mirastan beslenerek var olmaya çalışıyoruz.
Tam da bu yüzden kendilerine Adıyüf adını layık gördüğümüz, unuttuğumuz, bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkabilmek ve bütün bu güzellikleri günümüz yaşamına kimliğini yitirtmeden katmak üzere elleri ışık saçan bir gurup idealist kadın, Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı çatısı altında 2013 yılında bir araya geldiler. O tarihten bu yana yaptıklarımızı sanıyorum tüm okuyucularımız da biliyorlar.
Toplumumuzda bu tür kadınlar hep var olmuşlar zaten. İçinde yaşadığımız coğrafyada dahi pek çok ilki Çerkes kadınlar üretmişler.
-Saraya başkaldıran, ilk roman yazarı olan, kölelerin azat edilmesi çalışmalarını yürüten, Kurtuluş Savaşı yıllarında mitinglerde söylevleri olan HUNÇ Hayriye Melek’ler;
-Döneminde pek çok erkeğin dahi cüret edemeyeceği, yazarlarının tümünün kadınlardan oluştuğu, çalışmaları ile kadınlara yükseköğrenim yani üniversite yolunu açan YEDİC Nuriye Mevlan Civelek’ler;
-Dinen insanı resimlemenin pek de makbul görülmediği dönemlerde dahi portre tabloları ünlenen bu coğrafyanın ilk kadın ressamı Mihr-i Müşfik’ler;
-Türk Sanat Müziğine yeni bir yorum katan ve kendi duygularını müziğinde de yansıtan ilk kadın bestekâr ÇİZEMUĞ Neveser Kökdeş’ler;
-Ve kimliğini gururla ifade edemeden bu dünyadan göçen Cumhuriyet’in ilk dünya güzeli BIJNAV Keriman Halis gibi daha nicelerini de sayabiliriz burada…
Adıyüf’ün yaptığı sadece bir yol açmak. Gençlere, ‘bakınız aslında var olabilmek için daha başka pek çok yolumuz var’ diyebilmek, ışık olmak, ışık olabilmek…
Teşekkürler.

İstanbul. 23. 11. 2019
Alıntılar: Aydın Osman Erkan, Özdemir Özbay, Atalık Rafet.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz