Tüm mahalle halkının çöplerini olduğu gibi sokağa bıraktığı bir yerde, insanların evlerinin kapılarını sıkı sıkıya kapatmaları, onları bu can sıkıcı durumdan sonsuza kadar sakınamıyor. Sanki hiç koku almıyormuş, hiç o çöpleri görmüyormuş, o çöpten beslenen börtü böceğin bir gün kendi evine de girebileceğinden endişelenmiyormuş gibi davranmak, onların varlığı gerçeğini de ortadan kaldırmıyor. Hem bireysel hem de toplumsal olarak yok saymak ya da görmezden gelmeyi problemlerin çözümü için bir yöntem olarak kabul ediyoruz. Oysa steril hayatlarımızı kirletmemek için etrafını dolaştığımız, kokusunu almamak için elimizi gizlice burnumuza kapattığımız bu yığınlar gün geliyor koca bir dağ oluyor ve biz de altında kalıyoruz.
Etraflarında olup biteni görmezden gelmeyen ve yok saymayanlar epey zamandır şiddetten örülü böyle bir dağın altında yaşamaya çalışıyor. Üstü türlü çeşitli şiddet olan bu dağın altında nefes almak zor olmaktan imkânsız olmaya doğru giderken, sıra sıra kamyonlarla şiş karınlı bir devi besler gibi bu dağa çöp taşımaya devam ediliyor. Ayyuka çıkan şiddet olaylarının öznesini, nesnesini, tümlecini tespit edelim desek nesnesi -tarihin geçmiş tüm zamanlarında olduğu gibi- öncelikle kadınlar, çocuklar ve hayvanlar çıkıyor. Açık ve gizli öznelerini saymaya ise tek bir nefes de tek bir cümle de yetmiyor.
Eskiden gazetelerin üçüncü sayfalarında kendine yer bulan şiddet olayları hiçbir günü es geçmeden ya TV’lerin ya da akıllı cihazlarımızın ekranlarına sıra sıra düşüyor. Sadece isimler ve mekânlar değişse de niyetten itibaren birbirinin aynı olayları görüyor, mağdurların fotoğraflarına göz ucuyla bakıyor, üzüntümüzü sosyal mecralarda paylaşıyor ve sonra unutuyoruz. Kalemi kuvvetli bir büyüğümüz bir yazısında Yunan mitolojisinde geçen Hades’in ülkesindeki Lethe (Unutuş) Nehri’ne ithafen “Bu nehrin debisi kuvvetli kollarından biri de bizim buralardan geçiyor belli. Unutuyoruz zira” yazmıştı bir yazısında. Hak vermemek elde mi? Unutuyoruz zira. Unutmamızdan az öncesinde ise birbirimizden en çok duyduğumuz soru cümlesi “Biz nasıl bu hale geldik?” oluyor. Gelinen noktaya ya da dönüşülen biçime sihirli bir değneğin dokunuşuyla gelmediğimiz ayan beyan ortada. Kirlenmiş diller, tabuya dönüşmüş kimi dini inanış ve âdetler, her geçen gün değer kazanan toplumsal cehaletimiz ile şiddetten olma bu kamburu bu zamanlara dek biz taşıdık. Devletin, medyanın, güçlünün diliyle daha fazla semirmesine ise sessizliğimizle çanak tuttuk. O semirdikçe yozlaşan kültürün inşasına hepimizin bir tuğla koymuşluğu var. “Biz nasıl bu hale geldik?” cümlesinin altında geçmişi temize çekme çabası olsa da sahici bir yüzleşmeden başka bir şeyin bizi bu kötü kokulu dağın altından kurtarmaya yetmeyeceği gün gibi açık. Bu yüzleşmeyi, önce kendimizden başlamak üzere, evimizin içinde, mahallemizde, şehrimizde yapmaya ve tüm kurumları da bu yüzleşmeye zorlamaya ihtiyacımız var. Gerçeği basmakalıp lafların, standart dillerin, daracık kelime haznelerinin esaretinden kurtarıp, tüm çıplaklığıyla konuşmaktan, en rahatsız edici kelimeleri, en rahatsız edici biçimde söylemekten çekinmemeliyiz. En hakikatli yüzleşmeye ancak böyle başlayabiliriz. Zira artık elde avuçta mızrakları sığdıracak çuvalımız da kalmadı.
Sanki birileri, bilişim teknolojileri sadece hayatlarımızı birilerine gösterip, yine birilerinin hayatlarını izlemeye yarar diye kulağımıza üflemiş gibi çoğumuzun internetle ilişkisi sosyal medya takibinden ibaret. Sosyal mecralar ile dünya artık büyükçe bir köye dönüştü. Eskiden sofrasında komşusundan, akrabasından konu açanlar şimdi artık dünya ünlülerini konu eder oldu. Hal böyle olunca dünyanın bir köşesinde biri hapşırsa, bundan haberdar olup da çok yaşa dememiz tıpkı yüz yüzeyken olacağı gibi saniyelerimizi alıyor. Böylesine yoğun iletişmek halinin peşi sıra gelen iyilikler ve kötülükler ise başat yarışır. Aslında alınan bilginin nasıl kullanıldığı esastır ama bu konuda da sicili çok parlak olan bir coğrafyada yaşamıyoruz. İyi olanı alıp, sindirip hayatımıza katmakta ne kadar hoyrat davranıyorsak, kötü olanı alıp işlemekte ise o kadar ehiliz. Gördüğümüz, duyduğumuz her kötü örnek, yozlaşması yokuş aşağı bir kamyon gibi süratli olan toplumumuz içinde hemen kendine yer ediyor. Kanserli bir hücrenin sinsice ve hızlı yayılımı gibi plansız ve hızlı bir biçimde yayılıyor. Kötü örneklerden feyz alan şiddet yanlısı (ki bu bildiğimiz gibi çoğunlukla bir erkektir) öncüllerinin ya da moda tabiriyle rol modellerinin yaptıklarını yapmaktan çekinmiyor. Tabii ki öncüllerin kanunlar, devlet kademeleri, medya ya da toplumun kendisi tarafından gereğince cezalandırılmaması hatta sırtının sıvazlanarak bir sonrakine cesaretlendirilmesi de itici güç oluyor. İşte bu birbirinden feyz alıp yekvücut olmuş organize bir cinnet halinin orta yerindeyiz. Elimizi kulağımızdan çekip, gözlerimizi açıp, olanca gücümüzle bağırarak yaşadığımız üç maymun halinden çıkmamız şart.
Mahallemizi çöp dağları sararken biz Çerkesler çoğunlukla kapımızı sıkı sıkıya kapatmayı çözüm zannettik ama artık mahallede ne varsa bizim de evimizin içinde. Bu şiddetten örülme cinnet hali, elini bizim de hanelerimizin içine soktu. Yaşanan şiddet olaylarına bireysel olarak sesimizi yükseltmiş olsak da, kurumlar nezdinde ve halk kimliğimizle daha ziyade problemi yok sayarak halledebileceğini zannedenler tarafında olduk. Her susuşumuz bu yangına bir körük oldu. Büyük şehirlerdeki yaşayışımız sırasında ‘Khabze’yi dış etkilerden yüzde yüz korumayı gereğince yapamadık ki bu çok da olanaklı değildi. Toplum denen şey birbiriyle bitmez bir alışveriş içindeki toplulukları, halkları, grupları tanımlıyor en nihayetinde. Modern topluma uyum sağlama sürecinde diğer halklar gibi bizim de kadim özelliklerimizin birçoğu elimizden kayıp gitti. Her azınlık halk gibi biz de bu süreci dönüştürebilmekten ziyade dönüşerek yaşadık ve yaşıyoruz. Yani artık toplum neyse biz de oyuz. Kendi kendimize ve halkımıza atfettiğimiz “asaletli” gibi, “nezaketli” gibi sıfatlar artık şiddetin bizim de evimizin içine girdiği gerçeğini, bizim de hanemizin içinde kanlar döküldüğü gerçeğini değiştirmiyor.
Bu cinnet halinden kurtulabilmek için yapmamız gerekenler, diğerlerinin yapması gerekenlerden hiç de farklı değil. Önce evimizde çocuklarımızla ve özellikle de erkek çocuklarımızla, sonra akrabalarımızla ve sonra da tüm kurumlarımızda kullandığımız dilin cinsiyetçi olmamasından, ayrıştırmalardan uzak olmasından başlayabiliriz. Yine çocuklarımızı, özellikle de kız çocuklarımızı şiddet karşısında geliştirecekleri davranış biçimleri hakkında bilgilendirebiliriz. Toplumsal cinsiyet eşitliğini anlatmayı tüm kurumlarımızın temel konularından biri haline getirebiliriz. Tüm halkımızla birlikte ve samimi bir biçimde başkalarının yaşadığı şiddet olayları karşısında da “–ama”lar olmadan durabilmeyi, tepkimizi göstermeyi öğrenebilmeliyiz. Bizi bu şiddet sarmalından çıkaracak yegâne başlangıç, hakikatle yüzleşmemiz olacaktır. “Kadından thamade olur mu?” tartışmalarını çıkaranlara beraberce göstereceğimiz tepki, bu yüzleşme için isabetli bir başlangıç olur belki, ne dersiniz?