Ressam Faruk Cimok, kasım ayının ilk pazar sabahı Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı’nın konuğuydu. Bugünkü sanat ortamını, Çerkeslerin sanata yaklaşımını, resimlerindeki hikâyeleri öyle nüktedan bir üslupla anlattı ki sohbet bitmesin istedik. Söyleşiye sanatçı Ümit Gezgin ve mimar Osman Güdü moderatörlük yaptı. Ümit Gezgin, Cimok’un çalışmalarını, “Kendine ait bir dünyayı kendine ait bir üslupla ve figür resmiyle ifade eden Faruk Cimok’un bu figürleri tarihsel mekanlar içinde gerçeklik kazanıyor” sözleriyle anlattı. Osman Güdü’nün “Faruk sahte değil gerçek” ifadesindeki gibi sohbet de son derece gerçek ve içtendi.
Resme yönelişinde babasının etkisi olduğunu vurgulayarak söyleşiye başlayan Hatay-Reyhanlı doğumlu Faruk Cimok o dönemi şöyle anlattı: “Çerkes oluşumuzun getirdiği bir özellikti; evimizin duvarlarında Namık İsmail’in, İbrahim Çallı’nın röprodüksiyonları vardı. Babamın da teşviki oldu. 12 yaşında, Halep’te ayakkabı dikmesini öğrenip Hatay’ın ilk ayakkabıcısı oldu babam. Bu durumun getirdiği yaratıcı olma, bir model bulurken günlerce onu seyretme, yoktan var edebilmenin verdiği bir keyif vardı onda ve ‘Benim çocuğum güzel sanatlar akademisine girecek’ demeye başladı. Ve biz böyle büyüdük…”
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer Cimok, ancak İstanbul’da hayat hiç de kolay değildir: “Sosyal ilişkilerimiz biraz kötüydü. İstanbul gerçekten büyük; alışılması zor bir sosyal ilişkiler ağı vardı, kalacak yerim de yoktu. Topkapı’da bir camide kaldım bir süre. Sonra Çerkes arkadaşlarımız oldu tabii, Bağlarbaşı Derneği’ne de gidip geliyoruz. Ancak üniversitede okuyan kişilerin bizden çok farklı olduğunu gördüm ve bir kompleks oluşmaya başladı. Hocamızın ‘Ustanız kim’ sorusuna herkes ‘Picasso, Rembrant’ derken sıra bana gelince ‘Kamil Usta’ dedim. Yanında çalıştığım terziydi kendisi…”
Zamanla ressam olmayı bir kenara bırakıp insan olma, adam olma kimliğini ön plana çıkarmanın yararını görmeye başladığını belirten sanatçı, yaşamdaki gerçek hikâyelerle bağını anlatarak devam ediyor sohbete: “10 yıldır tıraş olduğum berber ‘Ne yaptığını öğrenemediğim tek müşterim sensin’ dedi bana, çünkü yan koltukta oturan kişinin ne yaptığını merak ettiğim için kendimi anlatma lüzumu hissetmemiştim. Sanattan çok hikâyelerimden bahsetmek istedim bugün de; bu hikâyeler de kendi yaşamımız, yaşam zenginliğimiz ve bu zenginliği bir estetik ölçüt ve kurallar içerisinde ortaya koymayla mümkün oldu. Yaşam zenginliği olmayan, hayali fakir insanlarla bir yere gelmeniz mümkün değil. O yüzden her zaman yaşanmışlıklar üzerine kurdum sistemi ben…”
“Çağdaş resim, yeni resim, resmin özellikleri nedir, sanat eseri nedir, hangi resimlere sanat eseri deriz, hangi üretimlere sanatçı üretime deriz” gibi konularda teorik konuşmaktan ziyade pratiğe girmenin yararını vurgulayan Cimok, en önemli kriterin üretilenleri dünya pazarında profesyonellerle tartışıp tartışamamak olduğunu söyleyerek şunları anlatıyor: “Ölçüt ve kurallar evrensel olduğu müddetçe dünya profesyonellerini göz önüne alma zorunluluğumuz var; çünkü bu evrensel bir olay. Kendi toplumsal yaşam değerlerimizi, birikimimizi bu yönde harcadığımız vakit bir yere gelmemiz mümkün. Kültürümüze ilişkin resimlerimde hicivsel bir nostalji var, taşlama var.”
Sanatta bilimsellikten uzaklaşmaya dair son dönemden popüler örnekler verirken anlattıklarıyla bizleri hem şaşırtan hem gülümseten ressam, “Yetenek, bilgi, bilinç, el maharetiniz, yeteneğiniz… Bunları estetik bir kaygıyla o sosyal, ekonomik, mimari, şiirsel yapı içerisinde ortaya koyabiliyorsanız adına sanat demek mümkün. Hikâyesi olmayan bir resmin yaşayacağı kanaatinde de değilim, resminize bakan birinin bir hikâyeyi görmesi lazım, kendini görmesi lazım” diyor. Resmin isminin çoğu zaman eserin önüne geçtiğini belirten Cimok, “Bir tablodan 1 santimetrekarelik bir bölüm kestiğinizde bunun kime ait olduğunu bilebiliyorsak o zaman bir üslubu var diyebilirsiniz. Resim öncelikle yaşadığı ülkenin genel karakteristiğini taşıyacak; ikincisi, kendine ait bir fırça ve boya kullanım sistemi olacak; üçüncüsü, kendine ait bir renk anlayışı olacak” diye devam ediyor.
“Abi bize ne kadar benziyor bu çocuklar”
İşe neden Çukurova resimleriyle başladığını şöyle aktarıyor Cimok: “En iyi bildiğim bölge orası, o insanlarla haşır neşirim. Fikret Otyam’ın Çukurova’sı, onun köylüleri, onun pamuk işçileri… İstanbul’a geldikten sonra buradaki tarihi eserleri, mimari yapıları gördüğüm vakit bu mekânlardaki insan ilişkilerini yapmam lazım diye karar verdim; çünkü bunlar hakikaten önemli mekânlardı. Zaten diğer türlü o mekânın yaşama şansı da yok. Mesela bir Çiçek Pasajı’nın yaşaması, içinde oturan insanlarla ilgilidir.” Ressamın Madam Anahit’li tablosu, peşi sıra diğerleri… Beyoğlu, tramvay, insanlar, İstanbul, son yıllarda şehirde yaşanan değişim, bir anlamda ‘yok oluş’ geliyor gözümüzün önüne…
Anlaşılmaz olanın bizde kıymetli sayıldığını anlatırken “Halbuki sıradan insanın da benim resmimi anlaması gerekir. Ve resmimi o sıradan bir insana gösterdiğimde ‘Abi bize ne kadar benziyor bu çocuklar’ der. İşte orada mesaj tamamdır. Sevmek veya sevmemek, bizde ölçü budur” diyor sanatçı ve ekliyor: “Göz göze geldiğiniz insanları farkında olmadan resminize geçiriyorsunuz. Bütün bu hikâyeler, izleyiciyle aranızda sıcak bir bağ kuruyor. İnsanları sizi sevmeye, serginize gelmeye başlıyor; çünkü kendisinden bir değer görüyor orada.”
Sanatta farklı malzeme kullanımına da değinen Cimok, belirli isimlerin pompalanmasına neden olan galerici, sanatçı ve koleksiyonerden oluşan mafyalaşmaya da vurgu yapıyor. Alınan resimlerin depolara konarak prim yapmasının beklendiğini, o zaman satıp kâr etmenin hedeflendiğini, böyle bir grup olduğunu anlatıyor. Tüm dünyada altyapıyı belirleyen ekonomide sanat ve kültürün hâkim unsurları oluşturduğunu belirterek “Bu tür gruplar açısından sanat para içindir” diyor ve resim dünyasında artık sermaye gruplarının baskın olduğunu hatırlatıyor.
Sanatçının “Biz eğer bu kültüre sahipsek, bu toplumun bir ferdiysek kendi değerlerimiz var; kılıç deyin, kama deyin, elbise deyin ama bunu günümüze getirmenin bir yolunu bulmamız lazım. Güzel olanı yakalamak, onun peşine düşmek… Sanatın kaynaklandığı nokta bu zaten. Anlatım şekliniz, hikâyeniz farklı olabilir; soyut ya da klasik olabilir, bunda kesin bir kalıp yok ama bu toprakların resmi olması lazım” sözleri çarpıcı… Bugünlerde Sabancı Müzesi’nde sergilenen Avni Lifij eserlerine de değinen ressam, ilk Lifij sergisini kendisinin açtığını ama Çerkes camiasından hiç ilgi görmediğini söylüyor. Kültüre katkıların, çabaların unutulduğuna dair de serzenişte bulunuyor: “Acaba boşa mı kürek salladık diye düşündüğümüz oluyor. Ama an geliyor, bir yerden alıyorsunuz karşılığını; bu da manevi bir güç veriyor, moral veriyor.”