Öyle net hatırlıyor ki her şeyi… “25 Şubat 1992’de, akşam saat 5’te Maykop’a girdik” diye başlıyor sözlerine Yediçlerden Makbule Özlü. “Kızım dört aylıktı, yani bir bebekle geldik” diye devam ediyor. Anavatana adeta gemileri yakarak başlayan bu yolculuk, daha sonra pek çok kişiyi yüreklendirmiştir kuşkusuz. “Evimizi kapattık, eşyalarımızı sattık, olan paramızı topladık, geldik. Yerleşme niyetiyle gelmiştik” sözleri kararlılıklarını ortaya koyuyor zaten.
Maykop’taki sabit pazarda açtıkları kafeteryada çalışma hayatını sürdüren bu cesur kadınla, 6 yıldır Maykop’ta yaşayan arkadaşımız Hüsamettin Şınakho tanıştırıyor bizi. Söyleşimize, başka bir cesur genç kadın, Nalçik’te inşaat mühendisliği eğitimini tamamlayan mihmandarımız Sinem Kılıç eşlik ediyor.
-Türkiye’de nerelisiniz? Maykop’a geldiğinizde ne tür zorluklarla karşılaştınız?
-Antalyalıyız, ben Yelemeliyim, eşim de Bozovalı. Buraya çok yüklü bir parayla gelmedik ama iyi insanlarla karşılaştık. Beni davet eden, davetiyelerimizi hazırlayan, buralı Zara adlı arkadaşım. Eşi de kendisi de aileleri de ailemiz oldu. Beni kızları kabul ettiler. Tek kızmış; üç erkek kardeşi var, hep bir kız kardeşi olsun istiyormuş. Benim de Türkiye’de iki ablam, bir abim var, o da bana burada bir abla oldu. Her şeyimizi paylaştık… Elinden geleni yaptı, evrak işlerimizi halletti, zaten dışarıdan gelen herkese yardım eder. Kendisi aslında Teknoloji Üniversitesi’nde matematik öğretmeniyken oradan işi bıraktırılıp bu tarafa aktarıldı, gelenlerle ilgilenilmesi lazım diye özellikle oraya yerleştirildi ve hâlâ devam ediyor.
Çok çok büyük ümitlerle gelmedik. Buraya gezmek için gelenler çok anlattılar: Sokaklar asfalt, her şey var mağazalarda… Geldik, 1 hafta-10 gün sonra telefonla görüşüyoruz, dediler ki: “Nasıl, anlattığım gibi, değil mi?” Mevlüt Atalay’ın kardeşi onu söyleyen de… “Mesut” dedim, “senin anlattığın gibi beklemediğim için hayal kırıklığına uğramadım”. Beklediğim gibi, normal. Bir sistem çökmüş, yeni bir sisteme geçiliyor, bir sürü sıkıntı var, yani anormal bir durum yoktu.
“Çocukları hep birlikte büyüttük, hep bir aradalardı”
Yokluk yok muydu, vardı, bir sürü şeyi bulamıyorduk. En basiti, mesela bulaşık deterjanı… Bir mağazada gördüğümüzde herkes birbirini arıyordu. Mısırözü yağı alıyorduk, rafine yağ olmadığı için; patates kızartamıyorsunuz, köpürüyor ama onun da tadı bir başkaydı. Yani farklıydı, birliktelik vardı. Şu anda biz arkadaşlarla daha uzağız, hayat şartları uzaklaştırıyor. O zaman çalışıyorsun ama tabii gençlik var, yorulmayı bilmiyorduk. Akşam birbirimize gidiyorduk, gece yarılarına kadar oturuyorduk, yeri geliyor birbirimizde kalıyorduk. Türkiyeli arkadaşlarla da… Çocukları birlikte büyüttük, hep bir aradalardı.
-Bir kızınız mı var?
-Bir de oğlum var, burada dünyaya geldi. İkisi de burada büyüdüler, burada yaşıyorlar. Türkiye’ye de gitti kızım bir dönem, orada kaldı, çalıştı, ama daimi bir iş değildi zaten, öyle de bir niyeti yoktu, bir dönemliğine gitti; “Yapamayacağım” dedi, geri geldi. Oğlum hiç yapamadı. Tatile, gezmeye gidiyorlar, akrabalarıyla birlikte olmayı da seviyorlar ama belli bir süre, daha fazlası değil. Geldiğimizde önce tek odalı bir ev bulduk, orada yaşadık. Evde telefon yoktu, telefon istiyordum, şimdiki gibi de aradığınızda hemen ulaşamıyordunuz. Yazdırıyorsunuz, herhangi bir saatte, iki gün sonra, üç gün sonra verebiliyorlar, ne zaman isterlerse! Ama çok ucuz, saçma bir fiyat. Aradığımız insanlarla 1-1.5 saat konuşuyorduk. Yılda bir kez mutlaka gitmeye çalışıyordum Türkiye’ye, hâlâ daha öyle, şimdi bir-iki kere de olabiliyor. O zaman çocuklar da var, küçükler, şartlar çok müsait değil, zor. Ama yılda bir kez gidiyordum annemi-babamı görmeye. Sonra babamı kaybettim. Annemle abim, ablalarım ilgileniyor, ben gittikçe ilgilenebiliyorum.
-Onlardan buraya gelen oldu mu?
-Annemi getirdim. Geçen sene kızımın düğününe ablam ve yeğenlerim geldiler.
-Kızınız evlendi mi?
-Evet, Kosova’dan dönen Adigelerden Tsey’lerin oğluyla evlendi, onların gelini şimdi kızım.
İşte böyle, yaşayıp gidiyoruz. Sabah 5.5 – akşam 5.5 çalışıyorum. Başta çalışmıyordum, baştan beri istiyordum da benim isteğimi pek onaylamıyorlardı. Normalde biyoloji öğretmeniyim. Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Biyoloji Bölümü’nü bitirdim, ama mesleğimi hiç yapmadım, sadece staj döneminde öğretmenlik yaptım. Burada teklif edildi ama ona yeterli Rusçam yok.
-Dille ilgili sorun yaşadınız mı?
-Adigece yazıp okuyamıyorum ama konuşmada sıkıntım yok. Adigecemle işimi çok rahat hallettiğim için Rusçanın üzerine çok fazla düşmedim ama onunla da işimi hallediyorum. Kelime hazinem var çocuklardan, derslerinden dolayı ama film çekimlerini yeterince bilmiyorum.
-Başa dönersek; gemileri nasıl yaktınız, o gemileri yakma kararını en başta nasıl aldınız?
-Biz evlenmeden önce de eşim yurtdışında yaşıyordu. “Ben Türkiye’de yaşamak istemiyorum, yurtdışında yaşayacağım, evlendiğimizde senin için sorun olur mu?” dedi. Ben burayı istiyordum, gezmeye gelmeyi istiyordum en azından. “Yok, sorun olmaz” dedim. Sonra imkânlar bu tarafa yöneltti, buraya geldik.
-Sovyetler Birliği yeni dağılmıştı…
-Evet, yeni dağılmıştı. Bebek yüzünden, kızım yüzünden biraz erteledik, daha erken de çıkıp gelebilirdik. Kızım daha doğmadan davetiyesi hazırlandı.
-Nasıl?
-Nalmes Türkiye’ye gelmişti ya konsere, o zaman Nalmes getirdi davetiyeyi. Kızım daha doğmamıştı buradan davetiye yazıldığı zaman… Doğum tarihi yok, yıl olarak var, ay-gün olarak yoktu davetiyede doğum tarihi. İsmine doğmadan karar verdik, adı bu olacak. Davetiye öyle yapıldı.
Geldiğimizde önce Otel Adigey’de, haçeşte büfemiz vardı, eşim çalıştırıyordu, ben ister istemez çocukla evdeydim. Sonra yavaş yavaş pazara girilmiş oldu, pazarda diğer köşede bir yerimiz, küçük büfemiz vardı. Eşim çalıştırıyordu orayı. Daha sonra şartlar değişti, benim çalışmam gerekti, başladım. Sonra orayı, içeriyi tamir ediyorlardı, değiştirecek oldular, bu tarafı teklif ettiler, geçtik. Biraz daha büyüttük; orada oturulacak yer yoktu, içeride yemek yapıp dışarı satıyorduk sadece. Daha geniş, oturulabilir bir mekân oldu.
“Bizim evde oldukça geniş bir demokrasi var”
Çocuklar üniversiteyi bitirdi. Oğlum inşaat mühendisliğini bitirdi ama o da yiyecek sektörüne girdi, küçük bir yer açtılar, müzenin arka sokağında, pide-kebap, hamburger falan yapıyorlar. Kızım Soçi’de yaşıyor. Şu anda çalışmıyor, eşi imam. Kızım türbanlı. Bizim evde oldukça geniş bir demokrasi var. Herkes istediği şekilde yaşama özgürlüğüne sahip. Kızım öyle bir hayat istedi. Başta “Türban şart değil, yaşayabilirsin İslam’ı istediğin gibi. Oku, araştır, sonra oturalım tartışalım. Birimiz diğerini ikna eder. Uzun giyinebilirsin, kapalı giyinebilirsin” dedim. Türban o dönem çok fazla yok, sadece birkaç kişi, Türkiye’den gelenler… Yerlilerden türban takan yoktu ama daha sonra oldu. Öyle çok rahatsız etmiyor pek kimseyi. Türkiye’de de var tepki gösteren, burada da var. Ama diyorum ya, herkes dünya görüşünde özgür.
Oğlum da tam tersi, deist. Bir yaratıcıya inanıyor, ama gerisine inanmıyor. Kızım tamamen dindar. Damadım imam. Öyle bir ortamdayız, öyle bir aile… Dedim ki: “Ev içinde ikili ilişkilerde bu konulara girilmiyor, bu konu tartışılmıyor. Biz bir aileyiz, birbirimizi her şekilde kabul etmek zorundayız. Bunun dışında dünyayla ilgili her türlü şeyi de tartışabiliriz, sakıncası yok.” 2000 yılında eşimle ayrıldık, o zamandan beri çocuklarla beraberim. Onunla da dargın değilim, görüşüyoruz.
“Birbirimize maddi manevi bir şekilde destek oluyoruz”
-Burada yaşamaya devam ediyor mu?
-Evet, şu anda annesi için Türkiye’de. Ayrılmamız gerekti, hayat şartları onu gerektirdi. İki çocuğumuz var birlikte büyütmemiz gereken, birlikte arkalarında olmamız gereken, onu yapıyoruz karşılıklı. Sorun yok. Birbirimize destek oluyoruz her konuda.
-Ayrılmanın toplumsal anlamda zorluğu oldu mu sizin için?
-Buradaki toplumdan da Türkiye’deki toplumdan da; hayır… İlk ayrıldığımda çocuklar küçüktü. Oğlum 4-5 yaşındaydı, kızım 7-8… Evimiz vardı, evde biz kaldık, eşim ayrıldı, maddi olarak yine destek oldu, ben o dönem çalışmıyordum çocuklar yüzünden. Sonra “Ben çalışacağım” dedim. Oteldeki büfeyi, onun işletmesini ben aldım. Daha sonra burayı benim almam gerekti, şartlar öyle gerektirdi, bu tarafa geldim ve devam etti.
Birbirimize maddi manevi bir şekilde destek oluyoruz, olmak zorundayız. İki çocuğunuz olduğu zaman bunu Türkiye’deki gibi namus cinayetine ya da başka şeye götürmenin âlemi yok. Biz birlikte oturup, yiyip içip sohbet edebiliyoruz, yeri geliyor tartışabiliyoruz da tabii, aynı fikirde olmak zorunda değiliz. Ama diyorum ya, dünyada paylaşılamayacak hiçbir şey yok. Evlilik nasıl normalse boşanmak da normal. Ailem de öyle çok karşı çıkmadı ayrıldığımızda. Karar verdiğimde uygulayacağımı bildikleri için çok bir şey demediler. Öyle olması gerekiyordu. Ama normal, burada sıkıntılar yok mu, var, hâlâ daha sıkıntılar olabiliyor.
-Ne tür sıkıntılar?
-Mesela, dilimiz yetmiyor. Yeri geliyor, Rusçada ciddi sorun olabiliyor. Tabii artık çocuklar için öyle bir sorun yok. Biz de derdimizi anlatabiliyoruz. Rusya’nın her yerine de gidebilirim bu yarım Rusçamla. Ama başka sıkıntılar olabiliyor, çalışanla, gelen müşteriyle sıkıntı olabiliyor.
Eskiden her şeyi bulamıyorduk ama artık öyle bir sorun yok. Çocuk bezi yoktu, en basiti. Şimdi lüks mü Türkiye’de, en alt tabakada bile kullanılıyor, burada da kullanıyorlar artık. Biz geldiğimizde, bazı arkadaşların dediği gibi, giysimizle, hareketimizle burada fark ediliyorduk, şimdi yine fark ediliyoruz, şu halimize bakın; biz rahat giyinmeyi seviyoruz. Pazara geliyorum ben, şıkır şıkır gelemem ki, bütün gün koşturuyorum, alışveriş yapıyorum, servis yapıyorum, üstümüz başımız yağ oluyor. Buralı kadınlar öyle değil ama; güpür kıyafetle de gelip satış yapabilir. Yani şimdi de fark ediliyoruz, onlar çok hızlı aştılar.
Gelişim çok çok fazla oldu, çok hızlı oldu. İlk geldiğimizle 10 yıl sonra çok farklıydı, şimdi 27 yıl sonra çok çok farklı. İlk geldiğimizde evrak işi hiç sorun değildi, şimdi sorun mesela. Benim sorunum yok, vatandaşlığım var, bize vatandaşlık hakkı tanındığında aldık, ama almayanlar var ya da şimdi almaya çalışanlar var, onlarınki çok zor. O zaman aslında şöyle bir olanak varmış, konsolosluklara müracaat ederek, buraya gelmeden herkes pasaportunu alabilirmiş. Bunları bilmedik, kanunda varmış. Tekrar ona zorluyorlar şimdi ama olur olmaz bilemiyorum.
-“Keşke gelmeseydim” dediğiniz oldu mu hiç?
-Hiçbir dönem demedim, ağzımdan hiçbir zaman böyle bir şey çıkmadı. Sorunlar da yaşadık… 96-97’ydi büyük bir ihtimalle, Türkiye’deydim. Türkiyeli üç arkadaşımız burada bir yer açmıştı, orada kavga oluyor, bir kişi ölüyor. Ben döndüğümde onlar yerli bir büyüğün evindeydi. Gözaltına alındıklarında gelip onları aldı, “Benim evimdeler, bende misafir kalacaklar, bir şey söyleyecek olan oraya gelsin, olay çözülene kadar içeride kalmayacaklar” dedi. Türkiye’den döndüğümde, eşim karşılamaya geldiğinde yolda anlattı. “Böyle böyle, biz dönmeye karar verdik” dedi. Ben de “Gitmek isteyene, yol orada, ben bir yere gitmiyorum, burada yaşamaya geldim, iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla…” dedim. Bir toplumun toplum olabilmesi için her şeyiyle olması gerekiyor, iyisi de kötüsü de, hırlısı da hırsızı da… Onlar da bizim. Dışarıda en azından bunları kötülemememiz gerekiyor, kendi aramızda tartışabiliriz, kavga da edebiliriz ama içimizde kalmalı.
“Eskiden çok az maaş alıyorlardı ama her şeyleri vardı”
-Ekonomik anlamda da tabii bir değişim vardır…
-Tabii ki var. Eskiden aslında çok az maaş alıyorlardı ama her şeyleri vardı. Yaşlı bir komşum vardı, yakın zamanda rahmetli oldu, sohbetimizde “Her öğün et yiyemediğim için hasta oluyorum” dedi. “Nasıl yani” dedim. Normalde bunlar sabah kahvaltısında da et ürünü yiyorlar çünkü. “Ben üç öğün et yiyordum, şimdi yiyemiyorum” dedi, “İki öğüne düştü. İki öğün et yediğim için hasta oluyorum”. Yani gıda olayında hiçbir sorun yoktu, tatillerine de gidiyorlardı.
Düşünün, 80 dolar ya da 100-150 ruble kazanıyorlar ama yılda bir sefer tatillerine gidiyorlardı. Yerliler için konuşuyorum, biz Türkiye’yi tatil olarak gördüğümüz için… Devlet tatillerine imkân sağlıyordu. Mesela kolunuz ağrıyor, romatizmanız var, onunla ilgili bir yere gönderiyordu sizi, bu bedavaydı ya da tatil yerleri, deniz kenarına gitmek istiyorsanız oralar da çok ucuzdu. Herkesin bir evi vardı. Apşejit (yurt) ile başlıyordu, sonra çocuk sayısına göre iki odalı, üç odalı daireler… Devlet, bahçeli ev vermiyordu, onu herkes kendisi yapıyordu ama apartman dairesi olarak herkese bir yaşam alanı sağlıyordu.
-Bütün bunlar, Sovyetler dağıldıktan sonraki dönemde, siz geldiğiniz zaman geçerli miydi?
-Geçerliydi, daha sonra değişti. 2000’den sonra, kapitalizm girdiği zaman, ne zaman gerçekten girdi… Hâlâ devlet ev veriyor, lojman gibi ev verdikleri de oluyor; mesela polislere, askerlere… Sanatçılara da jest anlamında veriliyor… Ben gittim, kızıma ilaç yazıldı, illa diyor ki “Başhekime imzalatacaksın, dışarıdan bedava alacaksın”. O kadar komik ki, 5-6 ruble civarında bir şey tutacak. “Ben bunu alayım” diyorum; “Hayır, sen bunu imzalatacaksın, devlet bu çocuğa bakmak zorunda ve bedava alacaksın bu ilacı” diyorlar. Sosyalizmin nimetlerinden biz biraz faydalandık. Okulda, kreşte… Kreşler mesela çok ucuzdu, şimdi çok arttı. Okulda defteri, kitabı, her şeyi onlar veriyorlardı, sonradan almaya başladık tabii. 2000’den sonra pek çok şey kalktı.
-Sağlık?
-Sağlık da bedavaydı tabii, şimdi biraz para geçiyor. Yine bakıyorlar, mesela gidiyorsun, bütün rutin kontrollerini yapıyorlar, poliklinikler var, oraya gidip tedavi oluyorsun. Ama sen hızlı tedavi istiyorsan özel poliklinikler de açtılar.
-Diş tedavisini de kapsıyor mu?
-Evet, ücretsiz de var. Lenina’da büyük bir devlet polikliniği var, tüm doktorlar orada da mesai yapıyor, tamamen ayrılan da oluyor ama bir bölümü hem dışarıda hem de orada çalışıyor.
-Peki, sağlıkla ilgili bir sorununuz olsa Türkiye’ye gidip baktırayım mı diyorsunuz, burada mı tedavi oluyorsunuz?
-Yoo, burada da gidiyorum. Ayağımdan, kemik büyümesiyle ilgili 6-7 yıl önce burada ameliyat oldum. Kızımın doğum lekeleri vardı, onlar burada alındı. Guatr ameliyatımı Türkiye’de yaptırdım, burada da olurdum, annem “Yanımda olmanı istiyorum” dedi. Ama Maykop’taki doktorları daha fazla tanıyorum.
-Başka kültürlerden insanlarla aranız nasıl?
-Özellikle pazar içinde Ermeniler var, Azeriler var, bizi kardeş görüyorlar. Adige olduğumuzu biliyorlar ama Türkiye’den geldiğimiz için biraz daha kendilerine yakın hissediyorlar. Burada kimse kimseyle öyle fazla takışmıyor. Maykop özellikle, sakin bir şehir. Gençler son dönemlerde Tacik, Özbek, Türkmen gençler çok çoğaldığı için tepki gösteriyorlar, bir ara Çeçen çocuklarla çok takışılıyordu.
-Onlarla ne sorun yaşanıyordu?
-Burayı biraz kendilerinin gibi görüyorlardı, “Misafir olduklarını bilsinler, burada istedikleri gibi hareket edemezler” diyordu yerli çocuklar. Benim de bir oğlum olduğu için biliyorum.
-Çakıştıkları şeyler neydi?
-Mesela Çeçen gençler Adige kızlarla çıkıyor veya evlenmek isteyince tepki gösteriyor gençlerimiz. Ya da onlar “Biz daha güçlüyüz, daha kabadayıyız” şeklinde güç gösterisi yapınca yerli çocuklar da buna tepki gösteriyordu. Çeçen kızlar kimseyle çıkmasın, ama Çeçen delikanlılar herkesle çıksın, evlensin mantığı oluyor Çeçenlerde, biraz ondan tepki oluyor. Yani kendileri yapabiliyorsa biz niye yapamıyoruz mantığıyla hareket ediyorlar. Ama çok çok büyük sorunlar olmadı. Bir-iki dalaştılar, toplandılar, kavgaya niyetlendiler ama büyükler araya girdi, yatıştı.
-Eskiden olduğu gibi sorunları xase mi çözüyor, yoksa hukuk sistemi mi?
-O dönemki gibi büyük bir olay olmadı ondan sonra ama gerekirse müdahale ediyorlar. İlk geldiğimiz dönemde mesela dışarıda araba bırakamazdınız, çalınırdı. Bir dönem Türkiye’den gelenler yiyecek işinde daha fazla oldukları için köyden bir grup gelip para istiyor, haraç… Onu duyan, toplumda sözü geçen, kendini kabul ettirmiş bir grup bütün Maykop’ta o gençleri aradı. Çocuklar tabii tüyüp köye geri dönmüşler. Haber gönderip getirttiler geri ve “Bir daha böyle bir şey olamaz” dediler.
“Çocuklarımın da evi burası”
-Bazen duyuyoruz, “Türkler” diyorlar Türkiye’den gelenler için, denk geldiniz mi hiç?
-Evet, hâlâ oluyor. Anlattık çok. Başta daha çok oluyordu ama hâlâ diyorlar. Biz ister istemez öyle anılacağız, bizim çocuklarımız belki biraz daha, onlardan sonraki nesil yerli olacak.
-Burayı yadırgayan Çerkesler de oluyor mu?
-Ben çok yadırgamadım. Annemi getirdim, kayınvalidemi getirdim, ikisi de yaklaşık bir ay kaldı. Evimizin iki tarafında da Adige komşularımız vardı. Annem “Yeleme’ye gitmiş gibiyim. Ülke değiştirmiş gibi gelmiyor. Ağaçlar aynı ağaçlar. Evler biraz farklı ama… E çıkıyorum, burada Adiğabze duyuyorum, burada Adiğabze duyuyorum, başka bir yere gelmiş gibi değilim” dedi. Hiç yabancılık çekmedi. Şartlar neyi getirir bilemem ama benim niyetim de burada yaşamak, burada ölmek. Çocuklarımın da evi burası… Maykop’a alışan, rahatlığına, sakinliğine alışan başka yerde yapamaz.
-Sabah 5.5 – akşam 5.5 çalışma temponuzda, bu yoğunlukta Jıneps’e de zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.