Rengârenk seçkinlerin koalisyonu

0
1295
Oturup, Türkiye’de bir günde siyasal kutuplaşmaya örnek olabilecek irili ufaklı, devletin tepesindeki ağır abilerin dillerinden gündelik hayat dillerimize uzanan çeşitli söylem ve olayların dökümünü yapmaya kalksak, muhtemelen epey mesai harcamak zorunda kalırız. Ama bazen öyle olaylar oluyor ki, oluşu, aktarılışı ve etrafında uçuşan yorum ve kavgalara bakıldığında “iki Türkiye”yi bütün çıplaklığıyla özetliyor.
Geçtiğimiz günlerde, iki kişi, 15 Temmuz darbesinin akabinde, askeri öğrenci iken tutuklanan çocuklarının haklarını savunmak için Ankara metrosunda küçük çaplı bir “eylem” yaptılar. Hiçbir medya vasıtasıyla duyuramadıkları seslerini, bizzat sokağa inerek, karşılarına çıktıkları yolculara “canlı medya” oldular. “18 yaşındaki çocuktan darbeci olur mu?” diye sordular, “duyulmak istediklerini” anlattılar. Bu küçük çaplı eylemi gören sosyal medya kullanıcılarının bir kısmı, eylem yapan bu insanların cesaretine vurgu yaparken, aynı zamanda metroda hiç ses çıkarmadan, başları önlerinde onları dinleyen insanların acizliğini eleştiriyorlardı. Ama aynı anda sahibinin sesi hâkim medya ve sosyal medya dünyasında da “Ankara metrosunda rezalet”, “Metroda FETÖ” gibi tanımlamalar altında eylemcilere lanetler yağdırılıyor ve bir öncekiler gibi metroda sessiz sedasız oturan insanlara “neden eylemcilere cezalarını vermediniz?” fırçası atıyorlardı.
Yani bir tarafta, hukukun ayaklar altına alındığı bir ortamda haksızlığa uğradığını söyleyen insanların küçük çığlıklar atabildiği bir Türkiye; öbür tarafta hukuku ve medyayı da silah olarak kullananların izan, ölçü, sınır namına bir şey tanımadıkları Türkiye var.
Bu ikinci Türkiye, totalitarizmin Türkiye’si ve bunun birinci ile aralarındaki eşitsiz ilişki çok açık. Totalitarizmin esir aldığı Türkiye, her gün yeni bir performans gösteriyor, çünkü göstermek zorunda… Durursa düşeceğini biliyor.
Bu yüzden “medeniyet” adına, “lider Türkiye” adına milletin cebinden çıkan paralarla yapılıp “kalkınma hamlesi” olarak sunulan ve geçenden 5 akçe, geçmeyenden döve döve 10 akçe alınan köprüler yapılıyor. Kimsenin gitmek istemediği; doğaya, ormanlara, su kaynaklarına, kuşlara ve insanlara işkenceye dönüşen havaalanları yapılıyor. Kendini tanrı yerine koyan insanoğlunun doğaya tahakküm ederek yükselme arzusunun sembolü olmak üzere, uyduruk çevre değerlendirme raporlarıyla yapımına izin verilen ve eğer gerçekleşirse tam bir kıyamet olacak yeni “boğazlar” planlanıyor.
Bütün hukuk görünümleri, medya tasallutu, firavunvari işlerin yanı sıra ya da bu tahakküme rağmen, siyasi-ideolojik propaganda ve endoktrinasyon sürmek zorunda. İşte bu yüzden mesela “15 Temmuz” çok önemli… “Yeni” olduğu söylenen bir yapının kuruluşunda çok merkezi öneme ve işleve sahip bir “olay”… Neredeyse şimdiye ve geleceğe dair bütün bir plan 15 Temmuz inşasına ve onun türevlerine bağlı. 15 Temmuz bir tür dinsel ritüel sağlıyor; bu ritüelin yüzünü döndüğü kutsal bir anıt, mihrap gibi bir sembol var. Etrafında anlam üretilen, ondan beriye anlam üreyen, hayati bir olay… Asla boş bırakılmaması gereken, kurgusunda en ufak bir oynama olmaması gereken, onun kurgusunu sarsacak hiçbir hakikat kırıntısına izin vermeyecek ve hakkında açılacak soruşturma önergelerine, dosyalarına asla geçit veremeyecek bir olay…

Seçkinlerin entelektüel fakirliği 

Ancak, totaliter Türkiye’nin yeni seçkinleri, sahip oldukları bütün güce rağmen, gene de içinde yaşadığımız toplumun tamamını ele geçiremiyorlar. Normal şartlar altında, korku eşliğinde çok kolay taraftar toplayabilen milliyetçi tüketimler ve “ihanet” söylemleri giderek çok fazla işe yaramamaya başlıyor.
Çünkü seçkinler için işin kötüsü şu: ellerinde “ihanet edenler”,  “dış düşmanlar” konuları dışında üzerinde oynayacakları bir şey kalmadı. Ne kadar entelektüel arka plan varsa, hepsi çöktü. Bir zamanlar, var olan cari sistemle rekabete giren, ona alternatifler üreten bir toplumsal hareket, merkezle izdivacı sonucunda, içindeki bütün yaratıcılığı kaybetti. Bir zamanların sosyalist hareketinin Sovyet devletine dönüştüğünde olduğu gibi, bir zamanların gayet “radikal-demokrat-islamcıları” da bugün takım elbiseleri, altlarında makam arabaları, VİP yolculukları, boğaza nazır evleri ile bir zamanlar düşman belledikleri laik-devlet seçkinlerinin ya yerlerine geçmiş ya da onlarla kanka olmuş durumdalar. Bunlar, kendilerine ve geçmişlerine o kadar çok yabancılaşmış durumdalar ki, beraber yürüdükleri yol arkadaşlarını bile satabiliyorlar. Bir zamanlar kendilerinin de hasbelkader katkıda bulundukları üniversitelere, vakıflara el konulmasına bizzat vaziyet ediyorlar. Bu seçkinler o kadar çaresizler ki, zihinsel olarak toplumda alternatif üretebilme yetenekleri sıfırlandığı için, zihinsel üretimlerinden bir şey kaybetmeyenlerle rekabet edemedikleri için, sahip oldukları güç vasıtasıyla onları alt etmeye çalışabiliyorlar. Ancak komplo senaryoları, güç politikaları ve medya vasıtasıyla endoktrinasyon teknikleri üretebiliyorlar. İçine girdikleri devlet aygıtının en fazla “hakikat bakanlığı”, “tarihi yeniden yazma bakanlığı” gibi işlerini görebiliyorlar.
Bu insanların iç dehlizlerindeki hikâyenin izlerini sürmek, bugünlere nasıl geldiklerini anlamak çok kolay olmayabilir ama öyle anlaşılıyor ki, en çok özlem duydukları şey para, güç ve itibarmış.
Ve bu yüzden, aynı zamanda yani toplum bir türlü tam olarak teslim alınamadığı için, bu seçkinlerin “inandıkları” ve “inandırmak” zorunda oldukları dünyanın sürekli kılınması için propaganda makinası sürekli çalışmak zorunda.
Hiçbir totaliter ülkede totaliter yapı hiçbir zaman “bitmiş” bir yapı değildir ya da başka yerlerdeki totaliter inşa çabalarında “bitmek” söz konusu değildir. Sovyet totalitarizminin “sürekli devrim” mantığında ya da 28 Şubat’ta “1000 yıl sürecek” diyenlerin mantığında olduğu gibi, bitmeyen bir çaba, bitmeyen bir propagandadır. Polonya’da totalitarizmin darbeler aldığı ama gene de hüküm sürdüğü 1980’li yıllarda yazma cesareti gösteren felsefeci Leszek Kolakowski’nin dediği gibi, bu propaganda faaliyetinin amacı, insanın bütün iletişim kanallarını, algı kapılarını doldurmak, sürekli aynı propagandayla beslemek ve spontane olarak gelişebilecek bütün toplumsal hayat formlarını daha doğmadan köreltmektir.
Kolakowski’ye göre, Sovyet totalitarizmi büyük bir “eğitim makinası”dır ve görünürdeki iddiası “yeni medeniyeti” yaratmaktır. Bu makinanın zihinlerde yarattığı en önemli özellik “hakikat” ve “siyasal haklılık” arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaktır. İnsanlara bu kafa karışıklığını sokmak, onları hiçbir şeyin doğru olmadığına inandırmak ama aynı zamanda her şeyi de otorite tarafından “doğru” olarak üretebilmektir (Mesela Trump bir iyi olur sonra kötü olur; sonra Putin en kıymetli dost olur, Putin’le işbirliği halindeki Esad’ın ordularının yaptığı katliamlarda Putin’in günahından bahsedilemez.) Her seferinde yeni hamlelere uygun söylemler üretilir; her seferinde vatan millet hamaseti kullanılır. Korunması kalmamış, sosyal ve tarihsel bağlamından koparılmış, boşlukta salınan insanlar için yalan gayet işlevseldir; bu yalan totaliter bireylerin yaratılmasında sosyal, psikolojik ve zihinsel bir işlev görür.

Yerli totalitarizm için küresel tecrübe katkısı

Bizim totaliter seçkinlerimiz de ellerinden geleni yapıyorlar. Gerçi geçmiş örneklere kıyasla gayet dezavantajlı bir durumdalar çünkü her ne kadar dijital teknikler, medya teknolojileri falan çok gelişmiş olsa da, bunları ele geçirmek üzere inanılmaz sermaye temerküzleri falan olsa da, işçi sınıfı, islamcı hareket gibi toplumsal hareketlerin beli kırılıp itiraz edecek kitleler olmasa da, dünya çok karmaşık ve kolay kolay zapturapt altına alınamıyor. Örtülmeye çalışılan her türlü hakikat bir yerlerden bir tür çatlak bulup çıkıyor ve bu hakikat üzerine inanılmaz bir savaş sürüyor.
Öte yandan bizimkilerin sahip oldukları başka bir avantaj var. Bir defa, aralarında çok anlamlı bir koalisyon kurulmuş durumda… Bu koalisyonun elinde her türlü malzeme var. Bir zamanlar Murat Belge’nin Türkiye solu ile ilgili yaptığı yorum, bu malzemeye ilişkin olarak ve bugünkü Türkiye’nin tepesindeki totaliter pratiklerin çeşitliliğini göstermekte kullanılabilir. Murat Belge’ye göre dünya çapında ne kadar çok devrimci strateji ya da alternatif varsa, 70’li yıllarda hepsinin Türkiye’de bir temsilcisi ya da taşıyanı vardı. Türkiye’nin tarihsel, sosyo-politik yapısındaki iç içelikler, üretim yapıları sınıflar, kültürel gruplara bakan her siyasal grup, baktıkları zaviyeden kendine göre bir “tahlil” yapıyor ve o tahlilin gerektirdiği “devrim stratejisini” dünyanın herhangi bir yerinde başarılı ya da başarısız bir “sosyalist” hareket, parti ya da devletinden ithal ediyordu. Tabii ki, Murat Belge’ye göre, bu yüzden, bu hareketlerin hiçbiri bütün ülke sathında etkili olacak kadar güçlü olamıyordu.
Ancak Murat Belge’ye ek olarak şunu söylemek mümkün: bu hareketlerin üst kimliği olarak sosyalist ya da sol hareket genel bir başarı yakalayamasa da, belli bir coğrafi bölgede, kültürel bir grupta ya da işçi sınıfının farklı damarlarında gayet uygun karşılıklar bulabiliyordu. Bu karşılıklar sayesinde her grup, kendisini gayet güçlü hissedebiliyor, ancak tam da bu yüzden, tevazudan nasiplenemedikleri için, aralarında çok derin bir rekabet (hatta ölümüne rekabet) yaşadıkları için genel bir başarı imkânsız hale geliyordu.
İşte Türkiye’de bugünkü totalitarizmi anlamak için geçmişte sosyalistlerin başaramadığı, bugünkü seçkinlerin ise epey yol kat ettiği bir ortaklıktan söz edebiliriz. Bugünkü Türkiye’yi total olarak ele geçirmeye soyunmuş olan seçkinler, gayet pragmatik bir biçimde, kendi farklı müktesebatlarından beslenen çok kaynaklı bir totalitarizmi inşa etmeye çalışıyorlar.
Bugünkü Türkiye’nin 1984’ünde Sovyet, Çin, Amerikan, İran, Suudi Arabistan ya da Türkiye’nin tek parti ekollerinden gelmiş, cemaatçi yapıların, şeyhlerin dizlerinin dibinde yetişmiş insan malzemeleri ve know-how var. Bunlardan oluşan, her kesime ve zevke uygun olarak devreye sokulabilecek her türlü propaganda tekniğinin adeta data bankasını kurmuş bir nomenklatura var.
Üstelik bu nomenklaturanın bir başka avantajı da şu: asla sadece “milli” değiller; küreselleşmenin bütün nimetlerinden faydalanabiliyorlar. Eski militan ve eski entelektüel geçmiş tecrübeleri ile ait oldukları zümreyi koruyabilmek için, gayet küresel bir data bankasından geniş bir şekilde yararlanabiliyorlar. Gayet “refleksif”, gayet birlikte düşünebilen “post-modern” zamanlarda hem geçmişten, hem bugünden sonsuz derecede yararlanabiliyorlar. Hitler’den Peron’a, Mussolini’ den Stalin’e, Enver Hoca’dan Kim Jong Il’e, Franco’dan Esad’a, Miloseviç’ten Trump’a, Putin’e, Şi Cinping’e ya da dünyanın farklı köşelerine serpişmiş diğer popülist, faşist, otoriter bütün dünya birikimleri ile muhteşem bir eşgüdüm halindeler. Hangisinin hangi konuda daha başarılı olduğu, hangisinin tekniklerinin, savaş politikalarının, vatan-millet ya da iç-dış düşmanlar söylemlerinin hangi durumlarda daha etkili olabildiği konusunda ellerinin altında epey bir “analiz” ya da “araştırma” var.
Ulusal ve küresel totalitarizmler arasındaki bu işbirliği gayet normal; çünkü egemen sınıflar sadece ülke ölçeğinde değil, küresel ölçekte de ortak sınıf bilincine, iktidar dürtülerine her zaman ezilenlerden daha çok sahiptir.
Ve bu sınıfların ellerinin altında medyanın tekelleşmesiyle (birbirinin aynısı Pravda’lar) sağlanan olağanüstü bir güç vardır. Bir zamanlar, Sovyet basınında insan havsalasının alamayacağı yalanlar, sansürler, görmezden gelmeler nasıl varsa, bugünkü küresel totaliter pratiklerde de, sahipleri aynı olan bir medya ortamında her vatandaşa uygun “ikna edici” bir malzeme üretilebilir. İnsanların çılgınca televizyon ve görsel malzeme izlediği bir ortamda, onlara yalanı satmak da çok zor değildir. Neyin doğru neyin yalan olduğunu ayırt etmek ise hiç çok kolay değildir.
Çünkü herkesi ikna edecek bir yalan ve o yalanı cilalayacak bir tecrübe vardır. Ve rengârenk totalitarizmimizde herkes meşrebine göre, yani İslamcı, liberal, popülist, Kemalist, anti-emperyalist, muhafazakâr, cübbeli-cübbesiz, milliyetçi, parti komiseri, resmi bilimler akademisi üyesi, siyah paltolu ağır abiler vs. nezdinde “ikna olacak” malzeme bulabiliyor.
Ama bütün bu avantajlarına rağmen, gene de olmuyor işte; Türkiye bir türlü “tek”e dönüşemiyor… Belki de bu çoklu kaynak Türk totalitarizminin imkânsızlığının da kaynağıdır.
Sayı: 2020 02
Yayınlanma Tarihi: 2020-02-01 00:00:00
Önceki İçerikAnılar
Sonraki İçerikХэкум И Макъ -Anavatanın Sesi – Şubat 2020
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.