Ben diasporada yaşıyorum. Bu nedenle Türkiye Diasporası’ndaki Çerkeslerin kimlik meselesi ile ilgili bir şeyler söyleyebilirim ancak.
Bu konuda derinlemesine analizler yapılan, çok yönlü değerlendirmelerde bulunulan güzel kitaplar, makaleler var. Benim yazacaklarım yalnızca kendime göre…
Çerkesler, öyle veya böyle, onun çıkarı neticesinde veya bir başkasının, yüreklerini geride bırakıp, evlâtlarını, sevdiklerini, soydaşlarını Karadeniz’in karanlık sularına, dağa, bayıra, kaybolup gidecek bu isimsiz mezarlara savurarak, Osmanlı topraklarına adım attılar.
Bu topraklarda karşılaştıkları ilk şok, misafir olduklarını düşündükleri halifenin kutlu topraklarında, yitirmemek için nesiller boyunca direndikleri, yine yitirmemek için yollara düştükleri özgürlüklerinin ellerinden alınarak bir tür esaret hayatına mahkum edilmeleri olmuştur bana göre.
Dağların dürüstlüğü ve safiyetiyle “Misafir olduklarını düşündükleri” topraklarda karşılaştıkları durumu ve tutumu anlamalarına imkân yoktu. Misafiri baş tacı bilen, kalan son lokmalarını misafirlerine ikram eden, özgürlüklerine ve onurlarına son derece düşkün olan Çerkesler, kabullenmeleri imkânsız muamelelere maruz kalıyorlar, bırakın misafirliği, özgürlüklerini yitirmemek için ellerinin tersiyle itip sürgünü göze aldıkları esaret hayatına mahkûm ediliyorlardı.
Mollaların, Batılı seyyahların, ajanların Anavatan’da cirit atmaya başlamalarının etkilerini dikkate almazsak, Türkiye Diasporası Çerkeslerinin kimlik sorunu bu topraklara ayak basmadan, sürgün yolundaki zaruri bireyselleşme eğilimiyle kendini gösterip, kamplardaki sefil esaret hayatıyla pekişmeye başlasa da, asıl değişim sosyal hayatın içinde yavaş yavaş yer almaya başlamalarıyla karşılaştıkları ikinci şokla belirginleşmeye başladı yine bana göre. O nedir?
“Kültür şoku”…
Kültür şokunu şöyle tanımlıyorlar;
“Kültür şoku, yabancı kültüre kendi arzusuyla ya da mecburen geçiş yapan kişilerin bu yeni kültürle karşılaştıkları andan itibaren başlayan her türlü zorluk ve bu zorluklara verdikleri tepkilerdir. Bazen kişisel olmaktan çıkar kitlesel bir hale dönüşebilir. Gerçekten de bir şok durumudur.”
Bırakın ülke, şehir hatta mahalle değiştirdiğimizde bile karşılaşabileceğimiz bir durum.
Bu şok, geçiş yapılan kültüre uzaklık derecesine göre şiddetli olur veya hafif atlatılabilir. Geçiş yapan kişinin kültürel altyapısı, inançları, yaşam biçimi, karakter özellikleri, kendi kültüründen kolayca vazgeçememe, yeniliklere adapte olamama gibi faktörler göz önünde bulundurulmak kaydıyla süresi birkaç aydan 4-5 yıla kadar değişir.
Kültür şokunun evrelerinden söz eder bilim insanları.
“Gözlem, endişe, kabullenme-reddetme ve kalış ya da geri dönüş.”
Atlatılamayan kültür şokunun son evresi “geri dönüş”tür. Ama bunu atalarımız için söylememiz mümkün değildi ne yazık ki. Belki gerçekleşmesi mümkün olmayan geri dönüş hayalinden bahsedebiliriz ki, bu durum yeni bir duygusal yıkım nedeni olarak kabul edilmeli.
Geri dönmek üzere bu topraklara gelen, yaşadıkları travmalara yeni yeni travmalar ekleyerek ayakta kalmaya çalışan Çerkeslerin geri dönüş ümitleri tükenince, tek bir seçenekle karşı karşıya kaldılar. O da geldikleri bu topraklarda en az zaiyatla hayatta kalabilmek. Bu ise ancak kendilerinden tavizler vererek mümkün olacaktı. Çok insani bir nedeni vardı.
“Yaşamak”…
Biz, yaşamak gibi sıradan, her canlının hakkı olan basit bir isteği algılayamayız çoğu zaman.
Atlatılamayan kültür şoku, bu somut ve hızlı kimlik değişiminin başlangıcıdır.
Çerkeslerin de anavatanlarına özgü takdire şayan görgü kuralları, yasaları, yaşam tarzları vardır. Ama taş yerinde ağırdır derler. Bu ülkede pek de bir anlamı bulunmaz o kuralların. Dağların özgür insanlarının dağlar için koyduğu, bin yılların derinliklerinden süzülüp gelen benzersiz yasalar, iskâna kadar tutuldukları ve iskân sonrası dağıtıldıkları bölgeler dikkate alındığında, ağırlıklı olarak din temelli bir yaşamın hâkim olduğu şehirlerde, kasabalarda ve köylerde geçerli değildir.
Çerkeslerin geldiği yerde bir ağaçtan meyve koparmak doğalken, burada hırsızlıktır.
Onların geldiği yerde su taşıyan bir kadına yardım etmek mecburiyet, görmezden gelmek ayıpken, burada iffete tasallut sayılabilir.
Orada iki gencin konuşuyor olması, arkadaşlığı, hatta evlenmek üzere kaçması olağanken, burada ahlâksızlıktır, büyük rezalettir.
Burada çarşaflara bürünen kadınlar için, oradan gelen güzel kadınlar ve genç kızlar olası tehlike kaynağıdır, farklı fiziksel özellikleri, kaç-göç olmaması nedeniyle muhtemeldir ki hafif meşreplerdir.
Orada namazı çok da önemsemeyenlere ses edilmez, fakat burada zındık sayılırlar.
Çerkeslerin geleneklerinden gelen hoşgörüsü de bu topraklarda pek görülmez. Buraların insanları çok çabuk “gâvur, kâfir, ahlâksız, zındık, hırsız, yabani, namussuz, iffetsiz” gibi yaftalara mahkûm ederler kendilerine benzemeyenleri.
Kural şudur; bizden farklı olanlar bize uyacaklar!
Çerkeslerin “kesin prensipleri olan” sosyal düzeni de allak bullak olmuştur. Vatanlarındayken, kendilerine özgü kontrol ve cezalandırma mekanizmalarının dizginlemesiyle, yapılması asla mümkün olmayan şeyleri artık engelleyecek güç tamamen olmasa da büyük ölçüde ortadan kalkar. Zaruret de tetikleyicisi olur bu nispi başıboşluğun.
Bazı ifadelere katılmasam da, Ayhan Kaya “ Türkiye’de Çerkesler “ adlı çalışmasında şöyle diyor:
“İlk gelen kuşakların önceliği, bu toplumda yaşamanın ön koşulu olan, egemen kültüre asimile olmuş şekilde yaşamayı becerebilme yetisi geliştirmekti. Dolayısıyla asimile olmak, çoğunluk toplumunun ve siyasal iktidarın çok bilinçli bir uygulaması olsa da burada bireyi göz ardı etmemek gerekir. Bireylerin rasyonel olduklarını ve içinde yaşadıkları sosyal, siyasal ve kültürel koşullar içinde var olmayı hedeflediklerini ve bu hedef için ellerinden ne gelirse yapmak eğiliminde olduklarını unutmamalıyız. Asimile eden varsa asimile olan da vardır. İlk kuşaklar o dönemde kendileri için en rasyonel kararı vermeye çalıştılar ve asimile olmayı seçtiler. ( Ben bu noktada seçtiler yerine seçmek zorunda kaldılar ifadesini daha doğru buluyorum) Çerkes dilini genç nesillere öğretmek için bu nedenle pek istekli davranmadılar. Daha sonraki nesiller ise kaybedilen değerleri yeniden canlandırma çabası içine girdiler.”
Şunu da unutmamak gerek;
Çerkesler geldiler gelmesine de, dört bir tarafa dağıtıldılar. Bu ne demekti? Gönderildikleri coğrafyalarda süreç içinde farklı kültürlerle haşır neşir olarak az ya da çok başkalaşmaları, kendi içlerinde birbirlerine yabancılaşmaları farklı kimliklere bürünmeleri demekti.
Her zaman var olan doğal asimilasyonu, bana göre hala süren politik asimilasyonu da dikkate alırsak bu kimlik değişimi ya da karmaşası gönüllü ya da zaruri devam etti.
Gönen-Manyas’ı, Ethem Bey meselesini, 150’likler listesini, Türkleştirme genelgelerini, akla devlet yöneticilerinin akla ziyan beyanatlarını, “Ne mutlu Türküm diyene” hezeyanını, mahalle baskılarını hepimiz biliyoruz. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı ile ilgili birkaç cümle yazıp geçelim bunları.
Bu sloganın meali bana göre şudur;
“Bak arkadaş, bu ülkede yaşayacaksan, kendi kimliğini yalnızca bir rozet ya da yüzük gibi taşıyabilirsin, arada dans falan edersin, göstermelik üç beş öğrenciye dilini de öğretiriz, ama 10 kişiyi tamamlayacaksın, 9 kişi olursa olmaz. Festivaller de yapmana izin veriyoruz, ama esasen sen üstün bir ırk olan bana tabisin!”
Türklük yüceltilirken başka etnik kimlikler küçümseniyor. Bilinçaltında ve üstünde algı oluşturuluyor.
Fazla iyi niyetli bir kısmımız ise bu sloganda zikredilen “Türk olmayı“ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak zannediyor.
Kimse tevil etmesin, sağından solundan dolanmasın. ”Türk” kelimesi ırki manada kullanılmamıştır hiç demesin. Dönemin yöneticilerinin beyanatlarında Türk kelimesinin ırki manada kullanıldığına dair pek çok kanıt da bulunuyor.
Sloganı ortaya atan anlayış bellidir. Amacı da açıktır ve bu amaç doğrultusunda gerçekten de zekice ve etkili bir slogandır.
1950’den itibaren Türkiye toplumsal yapısındaki hızlı değişimin dışında kalamadı Çerkesler. Yeni bir Çerkes kimliğine bürünenlerimiz oldu.
Zaman düşe kalka ilerledi…
Kör topal yürümeye çalışan demokrasiye aralar verildi. Her verilen ara Çerkes kimliğini doğrudan etkiledi.
Bizim için yeni bir tehlike daha belirdi. “Köyden kente göç”.
Küçük topluluklar halinde yaşanması ve asla taviz verilmeyen toplumsal kuralların dizginlerken başıboş bırakılırsa belki de çığrından çıkabilecek insani zaafları ve hataları,
Ne zaman ki köyden kente göç başladı, farklı kültürlerle haşır neşir olarak “zenginleşmiş” değil “deforme” bir kültür doğdu, ne ondan ne bundan, orada kendin başka yerde başka biri çelişkileri başladı,
Ne zaman insanların birbirlerini tanıdığı, sürekli gözetim altında tuttuğu, birbirlerinden çekindiği, utandığı küçük samimi köyler yerine kentlerde darmadağın yerleşim zorunluluğu ya da tercihi çıktı karşımıza, o zaman işler değişti.
Artık tanıyan azdı, cezalandıran yoktu, ayıplayan da.
Derneklere düşerse yolumuz kendimize çeki düzen verip Çerkes olduk, dernekten çıkınca başkalaşmaya mecbur kaldık ya da muhabbetle kucak açtık. Zaten derneklerin mucizevi bir gücü de yoktu.
Akrabalarımızın yanında pür dikkat kesilirken, “arkadaşlarımın arasında kendime yer açabilmek için onlar gibi olmalıyım” zorlamasıyla baş başa kaldık.
Şehirlerdeki yerleşimimizde bir arada olmayı başaramadık, hatta bundan bilerek isteyerek kaçındık.
Hem şehirlerde, hele hele büyük şehirlerde her şey bambaşkaydı.
“Elit” olduklarını düşünenlerimizden kimileri soyutladılar diğerlerinden kendilerini.
Çerkeslik içinde yeni Çerkeslikler türedi. Birbirimizi beğenmez, birbirimizi küçümser olduk.
Farklı şehirlerde farklı Çerkeslikler çıktı ortaya.
İnançlarımızın, ideolojilerimizin ardına iteledik etnik aidiyetimizi.
Ardından sosyal medya gibi tamamen denetimsiz, kimin ne olduğu belli olmayan, karşımızdakinin gözünün içine bakamadığımız, halini tavrını göremediğimiz bir bela da çöktü tepemize.
“Kurt puslu havayı sever” derler ya, bu puslu havayı istismar etmeye çalışanlar bazen alenen, bazen gizliden gizliye geçtiler faaliyete. İnsanımızın zaten karışık olan kafasını daha da karıştırarak itibar devşirmeye yeltendiler. Hala da devam etmekteler. Neyse ki fazla kapılan olmadı ve olmuyor bunların estirdikleri rüzgâra.
Bir de küreselleşme denen illete maruz kaldık.
İşte o zaman tam oldu.
Peki 2020 yılında nerede duruyoruz?
Bunu birkaç cümleyle açıklamışlar onu aktarayım ve bu konuda haddimi daha fazla aşmayayım.
Milliyetçilik üzerine uzman olan antropolog Ernest Gellner’ın çok önemli bir tespiti var:
“Amerika’ya baktığımız zaman birinci ve ikinci kuşağın unuttuğu şeyleri, kültürel kimlikleri üçüncü ve dördüncü kuşak hatırladı.”
Türkiye Diasporası’nda özel koşullar ve demokrasiye ara vermelerden, kültürel farkılıklardan, belki de genetik özelliklerden olsa gerek bu hatırlayış bizde bir-iki nesil atlamış durumda. Şimdi o hatırlayış ve arayış dönemindeyiz sanırım.
Peki bu hatırlayış ve arayış sağlıklı seyrediyor mu?
Bunun tartışmasını ve değerlendirmesini meseleye detayıyla vâkıf olanlara bırakıyor, haddimi daha fazla aşmak istemiyorum.
Sayı: 2020 04
Yayınlanma Tarihi: 2020-04-02 00:00:00