Bahçeden gelen otların kokusunu çekti içine. Derin bir nefes. İstanbul’dayken yakınlardaki bir çiftlikten sipariş ediyordu sebzelerini ve gelen paketlerden birinin üzerinde ‘baharatlı otlar kutusu’ yazıyordu. Bu ismin gerçek anlamını, o derin nefes ile fark etti. Taşlara doğru boca etti bir kova suyu, sonra da elindeki süpürgeyle köşedeki gidere yönlendirdi. Ayakkabılarını ne ara çıkarıp, suların içerisinde ne ara yalınayak kaldığını fark edemedi bile. Bir kova, bir kova daha taşıdı. Balkon yıkanmıştı da Leyla’ya yetmemişti. Köye gelmeyeli çok olmuştu. Anneyi de kaybettikten sonra ayakları pek gelmiyordu buralara. Vardı tabii birkaç eş dost ama eskisi gibi değildi.
Şehirden çıkma yasağını duyduğu anda, nasıl olup da birden küçücük çantasına; bilgisayarını, üç beş eşyasını, bir torba mısır ununu ve birkaç kitabını koyup arabaya atladığını ve yola düştüğünü kendisi de fark edememişti.
Bir buçuk katlı evin üst girişindeki balkonda, tahtadan çakılmış bankın üzerine, evi kapatırken içeriye almış oldukları çiçekli minderleri yerleştirdi. Anneannesinin küçük dikiş makinesi ile o minderleri dikişini hatırladı. Dikiş makinesinin düzenli ritmi ile bahçeden gelen kuş sesleri birbirine karıştı. Bilgisayarını getirdi, yine tahtadan çakılmış masaya annesinden gördüğü gibi serdiği dantel örtünün üzerine yerleştirdi. Cep telefonunu yanına koydu. Mısır ununu almıştı da bir kavanoz filtre kahve sığdıramamıştı çantasına. Mutfağa girdi, boş erzak raflarına göz attı. Teneke çay kutularından birini açtığında çarptı burnuna çekirdek kahvenin kokusu, gülümsedi. Hoş gelmişti. İkinci çekmeceden kahve değirmenini buldu. Kâğıt mendiller ile kararmış köşelerini temizlemeye çalıştı ve çekirdekleri içine doldurup, değirmenin kolunu çevirmeye başladı. Çocukluğunun taze çekilmiş kahve kokusu, ahşap tabak raflarının, basma mutfak perdesinin, küskün kuzinenin arasından süzülüp geldi.
Bilgisayarı biraz daha kenara alıp, taze kahveyi tahta masaya sığdırdığı anda aklına düştü akşam yemeğinde kavrulmuş mısır ununun çok güzel kokacak oluşu. Yanına ısırgan da yapardı annesi olsaydı… Kahveyi sessizce yudumladı, bir kova daha su alıp merdivenleri yıkamaya koyuldu. Bahçeyle birleşen küçük beton alana kadar yıkadı. Bir elinde süpürge, diğer elinde kova, çıplak ayakları ile kalakaldı merdivenlerin sonunda. Arka bahçeden, bir ağaç kütüğünün üzerine oturmuş, muhtemelen elindeki keserle iş yapan babasının sesini duydu. Emindi bu sesi duyduğundan. Anadiliydi çünkü ona seslenen. Toprağa bastı çıplak ayaklarıyla, mevsim yaz değildi henüz oysa. Otların yeşerdiği bahçede dolaşmaya başladı, babaannesinin diktiği hatmi çiçeğini tanıdı önce. Çocukken hatmiye gelen arılarla ne çok derde girerdi başı. Sonra üzerinden inmediği nar ağacını gördü. Hiç arka tarafa, kütüklerin olduğu yöne çevirmedi başını. Babaanneden çok kısa bir süre sonra kaybetmişti babayı ama şimdi bununla bir kez daha yüzleşmenin hiç sırası değildi.
Dünya, ülke ve şehir bir yeni moda virüsle boğuşurken kendisini bu eve atmış olduğu gerçeğiyle yüzleşememişti daha. Bilgisayarında yönetilmesi gereken deniz aşırı projeleri, ajandasındaki uzun ‘yapılacaklar’ listesi, takvimine doğum günlerinden daha kalın harflerle not alınmış ‘önemli’ tarihleri ile buradaydı işte.
24 Nisan 1915’ten… 21 Mayıs 1864’e… Hepsi onunla birlikte gelmişti.
Oysa bu bahar İstanbul Film Festivali’ni takip edecek, adalarda dostlarla rakı balık yapacak, boğazda erguvanları çekecekti içine. 8 yıl uzak kaldıktan sonra yeniden dede-baba ocağına gitmek hiç yoktu planlarında. Belki de gelmeden önce doktor kuzenin nöbet çıkışı onu görüntülü araması tetiklemişti her şeyi. Uzanıp alnını silmek istemişti ama ne o silmeyi becerebilmişti ne de kuzen gözyaşlarını göstermeyi. Onun yerine ikisini de güldürecek anılara sığınmışlardı birlikte. Telefonu kapatırken, bir reklamdaki ‘ateş seni çağırıyor’ cümlesine gönderme yaparak söylemeyi adet edindikleri şekilde vedalaştılar birbirleriyle;
‘Kadim Bizi Çağırıyor’.
Sayı: 2020 05
Yayınlanma Tarihi: 2020-05-08 00:00:00