Dünyanın hali ortada; insanlık ektiğini biçiyor. Kendisini her şeye kâdir gören insanoğlu (özellikle insanın erkek versiyonunun altını çiziyorum), bütün dünya varlıklarının kendine sunulmuş bir hazine olduğunu düşünüp, ne varsa yağmalayabildiği kadar yağmaladı. Ve insanoğlu, her şeye çözüm bulmakta olduğuna inanmakta olduğu bir zamanda, tabiatın ona yolladığı felaket karşısında çaresiz vaziyette…
İnsanın dünyayla ilişkisi çok vahim bir düzeyde olmasına rağmen, imaj ve cilâ takıntısı da hiç bitmiyor. Devletlerden örgütlere, şirketlerden tek tek bireylere kadar dünya insanları kabarma, büyüklenme, böbürlenme ya da kibir gibi kelimelerle anlatabileceğimiz bir ruh haliyle sürekli imaj üretiyor. Hâkim olan kodlara, normlara ya da değerlere sırtını yaslayarak, kendilerinin ne kadar mükemmel olduklarını, vazgeçilmez olduklarını anlatıyor.
Geçenlerde bir lider, yönetimi altındaki ülkesinin Corona karşısındaki mücadelede mükemmel bir örnek oluşturduğunu, başka ülkelerin de kendilerini taklit ettiğini anlatıyordu. Öte yandan, ülkede zaten var olan yoksullaşma, ayrımcılıklar ve adaletsizlikler bakımından hiç de parlak olmayan bir duruma ek olarak, özellikle yoksul mahallelerde Corona konusundaki zaafları örten bu imaj çalışmasının aslında nasıl bir aldatmaca olduğunu dile getirmeye çalışan yorumcular da vardı. Ancak bu zaafları dile getirmeye çalışanlar toplumda panik yaratmakla suçlanarak, halkın sadece hükümetten gelen bilgilere rağbet etmesi gerektiği konusunda uyarılıyordu.
Yanlış anlaşılmasın; bu lider Hindistan Başbakanı Narendra Modi’dir ama bizim memlekette de buna benzer imaj çalışmalarına birçok örnek verebiliriz. Mesela geçenlerde sosyal medyada bol miktarda fotoğrafları eşliğinde bir doktor, (sonradan öğrendiğimiz kadarıyla zaten bulunmuş) bir Corona ilâcını bulduğunu, 23 Nisan’da açıklayacağını, sonra vakit kaybetmeden bu büyük hizmetini insanlığa armağan edeceğini, sonra da yanlış anlaşıldığını yazıyordu. Bütün bu bol reklamlı faaliyetin arka-ön-yan planlarında da bol bol Türklük, en büyüklük gibi dekorasyon çalışmaları yer alıyordu.
Görüldüğü kadarıyla epey de işe yarıyordu bu tür reklam çalışmaları ki, arada bir bu öz-şişinme diline laf edenleri de doktorun taraftarları “Türklüğü kıskanmakla” falan suçluyorlardı.
Ama bu zaten çok genel bir durum değil mi?
Milliyetçi imajlar
Mesela gene geçenlerde, milletin anasını bellemek konusunda iddialı olan bir takım şirketler, 23 Nisan vesilesiyle, insanları balkonlardan İstiklal Marşı’nı okumaya çağırıyorlardı. Vatanı sömürmek ve zehirlemek konusunda birbirleriyle yarışan bu insanlar milliyetçilik konusunda mangalda kül bırakmamayı çok iyi biliyorlar.
Başka imaj çalışmaları daha var, imzalı torbalarda kolonya dağıtmak gibi… Ya da “tersinden imaj” çalışmaları… Mesela CHP’li ve HDP’li belediyelerin Corona ile mücadele ve insanların ihtiyaçlarına dönük yapmaya çalıştıkları bütün yardım faaliyetleri (ücretsiz ekmekler, gıda kolileri vb.) “terörist” yaftasıyla engelleniyor. Es kaza bunlar bu işten puan ve halkın nezdinde itibar kazanırlar diye…
Liberallik konusunda mangalda kül bırakmayan liberal düşünceli bir takım “aydın” ve “akademisyenlerin” ise bu türden devletçi ve tek merkezci tavırlar karşısında tavır almak yerine, liberallikle alâkalarının olmayıp, sadece güçlüden yana olmaları ve mağdurları ezmeye çalışmaları da “anti-imaj” faaliyetine bir katkı olarak not edilebilir herhalde.
Çok şaşırtıcı bir durum değil tabii ki bu… Toplumun farklı aktörler vasıtasıyla örgütlenmesi, bu örgütler vasıtasıyla insanların birbirlerinin yaralarına merhem olmaya çalışması tabii ki, var olana alternatif toplumsal ilişkilerin ortaya çıkma potansiyeli taşıdığı için, risk olarak görülüyor. Şaşırtıcı değil; çünkü başka yerlerde de buna benzer “önlemler” alındığı oluyor. Mesela Sisi’nin darbeyle gelip, Müslüman Kardeşlerin ezilmesi sırasında da toplumun devlet dışındaki alternatif var olma ve örgütlenme kapasitesine de darbe vurulmuştu.
Bu arada Corona riski karşısında yapılan “ceza infaz düzenlemesi” ile hapishanelerdeki katiller, tecavüzcüler, mafyacılar salıveriliyor ve insan öldürmek konusunda hiçbir becerileri olmayan, yazdıkları, söyledikleri fikirler yüzünden ya da sadece mesnetsiz suçlamalar yüzünden içeride olan insanlar –imajları bozuk olduğu için- içeride kalmaya devam ediyorlar.
Vaziyet o kadar imajla dolu ki, mafyacı olarak bilinen insanlar serbest bırakılırken, onlara mafyanın raconuna ve imajına uygun olarak konvoylarla karşılama törenleri düzenleniyor.
Devlet siyasetine de bulaşmış olan bu erkeklik ve kabadayılık imajıyla donanmış performanslar sürerken, ezici bir total tahakkümün hüküm sürdüğü medyada imaj kaybeden İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kapısına kilit vuracak kanun da “söz dinleyen yüce Meclis”ten çıkıyordu.
“Halkına yabancı aydınlar”
Bütün bu imaj faaliyetleri sürerken bir başka konu daha var ki, memleketimizde radikal bir dönüşümün gerçekleştiğini gösteriyor.
Hep beraber bildiğimiz üzere, Türkiye’de hep bahsedilen bir mesele vardır: “Aydınlar ve halk arasındaki kopukluk”… Bu tespite göre, aydınlar halkına yabancılaşmış yaratıklardır ve halk ise çok güzel değerleri olan bir kitledir; aydın kitlesi de bu halkı bir türlü anlamaz.
İşte bu kopukluğu dile getirenlerin geçirdiği muhteşem dönüşüme tanıklık ediyoruz bu günlerde… Özellikle iki olay etrafında…
Birincisi devletlû merkezin epey iç dairelerine girmiş olan bir kadın yazarın, ilk sokağa çıkma yasağının duyurulması karşısında kalabalıkların marketlere koşması üzerine ettiği ve bir anda çok meşhur olan şu sözleri: “2 günde kimse aç kalmazdı, hele de bi Türk evinde, illa ki buzluğu, kileri doludur. Hayretler içindeyim”.
Evet, gerçekten hayretler içinde kalmamak mümkün değil. Ama halkın tavrı karşısında değil; bu sözler karşısında… “Buzlukları ve kilerleri dolu olan Türk evi”! Bu konuda spekülasyon yapma niyetinde değilim, yeteri kadar yapıldı zaten.
Öncelikle bürokrasinin almış olduğu kararın toplumu gerçekten tanımadığının işareti olması, sokağa çıkma yasağının iki saat önce ilân edilmesinin bir beceriksizlik örneği olmasını da bir kenara bırakalım. Buna karşılık marketlere dökülen halkın suçlanması, ancak olayın yarattığı tepki sonunda ilgili bakanın istifa etmesi, istifanın geri alınması; ancak bütün bu ileri ve geri adımların her birinde sürekli olarak siyasi iradenin “sütten çıkmış ak kaşık” kıvamında korunmaya çalışılmasını da bir kenara bırakalım. Bir ideolojiye, partiye ya da lidere bir din gibi bağlanma durumlarında bu hep olur.
Ama önemli olan şimdiye kadar “aydınların” halkı hep hâkir gördüklerini iddia eden bir muhafazakâr milliyetçi kesimin bugün halkı suçlamasını muhteşem bir ters yüz olma hali olarak görebiliriz. Yani artık bu kesim gerçekten “yöneten” olmuş ve sahip oldukları çıkarlar dünyası ve o dünyanın yarattığı göz kamaşmasına bağlı olarak kendilerinden başka kimseyi göremez hale gelmişler; tam da kendilerinin çok iyi bildikleri bir jargona uygun olarak “halklarına yabancılaşmışlardır”.
“Siyah deri, beyaz maskeler”
İçine girdiğimiz rejimde artık hiçbir şeye şaşırmamaya başladık. Her şey olabilir; her şeyi yapabileceğine inanan bir kişide temerküz etmiş gibi görünmesine rağmen, aslında söz konusu olan bir ittifakın hesaplarına bağlı olarak çok şey olabilir. Birbirlerine benzemeye başlamış, birbirleriyle şantaj, alışveriş, pazarlık ve güç dengeleri içinde ilişkilenebilen bir ittifak her şeyi yapmaya soyunabilir, her istisnayı gerçek olarak kurabilir.
Bunlara artık şaşırmıyoruz ama benim hâlâ şaşırdığım bir şeyler var. (Bu vesileyle şaşırma duygusunun iyi bir şey olduğunu not edebiliriz.)
Zaten egemen siyaset, devlet ve erkeklik zihniyetlerinin harman olduğu bir dünyada erkeklerin, erkek siyasetçilerin, bir zamanların İslamcı “aydınlarının” bu yeni ittifaka kolayca dâhil olmalarını anlamak çok zor değil. Çünkü erkekliğin “gücünün” konforuna alışmış olan bir takım insanların siyasetle elde ettikleri güçten feragat etmeleri çok kolay değil… Gücüne güç katmanın avantajları varken…
Ancak AKP’nin merkezindeki ve yakın çeperlerindeki kadın destekçilerin ne kadar “erkek” olduklarını, ne kadar erkek bir dünyaya hayranlık ve kullukla karışık, kendi karakterlerini kaybettiklerini şaşkınlıkla izliyorum.
Tabii onlar da “insan” ve güç kazanmak isterler, özenirler, kazandıkları maddi, psikolojik avantajları kaybetmek istemeyebilirler. Bu da normal bir insanlık halidir. Yani insanlar arasında bu tür davranışlar görülebilir.
Ama daha çok onların “erkek” olmalarına şaşırıyorum. Bir zamanlar Margaret Thatcher ya da Tansu Çiller gibi kadınların başka halklara, başka sınıflara karşı nasıl bir savaş dili ürettiklerini hatırlayalım. Günümüzde yeni iktidar yapısının tam da merkezine ya da çeperlerine yerleşmiş olan, bir zamanlar sorgulayan, düşünen kadınların şimdi nasıl da en ufak bir mesafe koymadan, o egemen devletçi-eril dilin altına girdiklerini, egemen kimlikle özdeşleştiklerini şaşkınlıkla izliyorum.
Aslında durum tam olarak Frantz Fanon’un, “siyah deri, beyaz maske” metaforuna uygun düşüyor… Aşağılanmış siyah insanların zulmedenleri taklit ederek, onlara olan bağımlıklarından kurtulamayıp, “beyaz maske” takarak nasıl efendi olduklarını sanması gibi bir vakayla karşı karşıyayız yani… Ufak bir rötuş eşliğinde; “kadın derisi, erkek maskeler” ile efendi olduklarını zanneden kadınlar… Efendinin koltuğu altına sığınıp, var olmaya çalışanlar…
Şimdi iktidarın gölgesi altında görünmez olan, bütün orijinalliklerini kaybetmiş olan bu kadınların hem kadın olmakla hem de Müslüman olmakla en azından iki açıdan direniş potansiyeli taşıdıklarına inanıyordum bir zamanlar. Bugün gördüm ki, bir konumda olmak insanlara doğal olarak bir avantaj ya da dezavantaj vermiyor. Başka bir takım hallere geçtiğinizde pekâlâ o hallere uygun bir evrim geçirebiliyorsunuz.
Kuşkusuz bu iki özelliğe sahip kadınların birçoğu bugün hâlâ hem kadın olarak erkek diline ve tahakkümüne hem de siyasetin totaliter diline ve kıskacına karşı alternatif bir dil ve varoluş halini sürdürebiliyorlar.
Yani toplumsal cinsiyet çalışmalarının teorik temellerinden biri olan “kadın ya da erkek doğulmaz; olunur” iddiası bir kere daha doğrulanıyor. Muhalefetteyken kadın ve muhalif iken, yani siyasal, kültürel, sosyal ve cinsiyet olarak dışlanan ve bu yüzden alternatif bir dil geliştirme potansiyeli olan bu insanlar, bugün iktidara geldiklerinde erkekleşerek iktidarın suç ortağı oldular. Orijinallikleri, vicdanları kalmadı; hukukun yerlerde süründüğü bir ortamda o hukuksuz kararları doğrulamak için vicdansız, ruhsuz ve adalet duygusundan yoksun, “rasyonel” gibi görünen bir dille evlendiler. Otomatik bir kadınlığın olmadığını erkekleşerek ispat ettiler.
Sokakta tacize uğrayan kadınları suçlayan “ama o saatte o kıyafetle sokakta dolaşan kadın”, “erkeklik onurumla oynayan kadın” gibi gerekçeler üreten erkeklerden farkları kalmadı. Ve şunun farkında değiller: biyolojik olarak tabii ki değil, ama en azından kültürel olarak sayısız dezavantaja sahip olsa da, her zaman farklı bir ses üretebilecek bir potansiyele sahip “kadınlıklarını” kaybettiler. Aynı zamanda içindeyken siyaseten bir şeyler söylemeye çalıştıkları İslamcılığın da bütün alternatif sesini kaybettiler.
Sadece içine girdikleri devletin tepesinde şekillenen tekçi bir ittifakın kopyala yapıştır tezahürleri oldular.
İşte bu hal hem şaşırtıcı ve hem de hüzün ve hüsran yaratıyor ama buna da alışırız ve sosyolojik tahayyülümüze yeni bir katkı daha gelmiş olur.
Sayı: 2020 05
Yayınlanma Tarihi: 2020-05-01 00:00:00