Sokağa çıkma kısıtlarının ilk günlerinde Romanlar vardı sokaklarda. Kemanları, darbukaları ve klarnetleri ile geçtiler aramızdan. ‘Eski dostlar’, ‘Çav Bella’, ‘İzmir’in dağlarında çiçekler açar’… Her nabza göre şerbet vardı repertuarlarında. Evlerde bunalmış yüzlerde bir merak, aralandı pencereler hafifçe, balkondan bayrak sallayan da oldu. Dönüş yolunda belki biraz kendileri için çalmış olmalılar ki; bildiğimiz Roman havası geldi kulaklarımıza ve artık balkonlara sıçramış bir şenlikti sokak. ‘Eski Dostlar’… ‘Çav Bella’ ve diğer parçaların değmediği kulaklara ulaşmıştı Roman ritmi tüm coşkusuyla.
Diğerlerinin varlığını, kimliğini yadsımayan ama kendi gerçekliğini de mutlaka ifade eden samimiyet bazen küçük bir ritim ile sızabiliyor böyle hayatımıza. Sızmakla kalmıyor, değiştiriyor bizi. Güneş görmeyen, büyüklü küçüklü salonlarımızdan çıkarabiliyor.
2000’lerin başlarında 21 Mayıs 1864 Çerkes Soykırımı ve Sürgünü ile ilgili anmalar Kızkulesi’nin karşısındaki Salacak sahilinde yapılmaya başladı. Ailedeki çocuklarla birlikte bıraktık kırmızı karanfilleri denize, yanan mumların yanı başına. Bazı miniklerin gücü yetmedi karanfili denize ulaştırmaya bazıları üzgündü nedenini tam da bilemeden. Gelen geçenlerin kolumdan tutup orada ne yapmakta olduğumuzu anlamaya çalışacakları kadar samimiydi küçük topluluk. Ailelerimizin en küçük kalplerine de yoldan geçene de dokunan sürgün bizim gerçeğimizdi.
Tarihsel gerçekliğimizi biliyoruz; Kuzey Kafkasya coğrafyasında yaşayan halkların karşı karşıya geldiği Çarlık Rusyası ile orantısız, uzun ve kanlı savaşlar ve ardından gelen Osmanlı topraklarına sürgündür. Şüphesiz bu süreç dünya tarihinde birçok örneğini gördüğümüz türden büyük bir kıyımdır. Toplumsal gerçekliğimizi ise bu travma ile veya bu travmaya rağmen ne yaptığımız, nasıl yaşadığımız, nasıl atlattığımız belirleyecek olmalı.
Diğerlerinin varlığını, kimliğini yadsımayan ama kendi gerçekliğini de mutlaka ifade eden ve çok taraflı bir samimiyet mi ihtiyacımız olan?
12 yaşında kız çocuk bedeninin neye elverişli olduğunun tartışma konusu olduğu bir toplumla çevrelendiysek karşılanabilir mi bu ihtiyaç?
Ya da soruyu tersten mi sormalı? Bizi çevreleyen toplumda ne olsaydı diğerlerinin varlığını ve kimliğini yadsımayan ama kendi gerçekliğini de mutlaka ifade eden yaklaşımlar değerini bulurdu? Toplumdaki baskın eğilimler bu zemini oluşturmuyorsa bize düşen nedir?
Aylardır dünyayı sarsan salgın birçok ülkede yaşanmakta iken her birinde toplumsal refleks ve iktidarların yaklaşımı farklı gelişti. Yaklaşımların şeffaflığı da aynı şekilde değişkendi.
Politik duruşunu benimsemiyor olsam da Almanya Başbakanı Merkel’in belki bilim insanı kariyeri ile şekillenmiş olan metodolojik açıklamaları benim için ufuk açıcı oldu. ‘Neden evde kalmalı?’, ‘Ne kadar kalmalı?’ sorularına aranan makro yanıtların ülkelerin ekonomik durumlarına ve sağlık sistemlerinin gücüne bağlı olarak değişebileceğini ifade edişi anlayabileceğim bir yaklaşım oldu.
Diğer taraftan; evde kalmaya ikna olmuş olmak bu süreci sağlıklı yönetmeye yetmeyebilirdi.
Birçoğumuz, çeşitli mesajların arasından pşine sesi ile birlikte duyulan Adigece ‘evde kal’ cümlelerinin samimiyetini duyduk. Bizim için, bize özel olarak; kolaylaştırdı bu süreci.
Dünyayı farklı yorumlayabiliriz, ekonomik kaygılarımız farklı olabilir, bireysel egolarımızın menzili farklı olabilir. Bütün bunlara rağmen aynı damdan düşenlerin ortak hareket edebilme yetenekleri belirleyecektir yarını.
İşte bu yüzden; sadece danslarımızdan değil kadim pşinelerin sesi hayatımızdan, dümenimizden eksik olmasın.
Sayı: 2020 06
Yayınlanma Tarihi: 2020-06-07 00:00:00