Osmanlı topraklarına gelen Çerkeslerin anavatanlarına özgü takdire şayan görgü kuralları, yasaları, inançları, yaşam tarzları vardı. Ama taş yerinde ağırdır derler. Bu ülkede pek de bir anlamı bulunmuyordu o kuralların.
Dağların özgür insanlarının dağlar için koyduğu, bin yılların derinliklerinden süzülüp gelen benzersiz yasalar, ağırlıklı olarak din temelli bir yaşamın hâkim olduğu şehirlerde, kasabalarda ve köylerde geçerli değildi.
Onların geldiği yerde su taşıyan bir kadına yardım etmek mecburiyet, görmezden gelmek ayıpken, burada iffete tasallut sayılabilirdi.
Orada iki gencin konuşuyor olması, arkadaşlığı, hatta evlenmek üzere kaçması olağanken, burada ahlâksızlıktı, büyük rezaletti.
Burada çarşaflara bürünen kadınlar için, oradan gelen güzel kadınlar ve genç kızlar olası tehlike kaynağıydı, farklı fiziksel özellikleri, kaç-göç olmaması nedeniyle muhtemeldir ki hafif meşreplerdi.
Çerkeslerin geleneklerinden gelen hoşgörüsü de bu topraklarda pek görülmüyordu. Buraların insanları çok çabuk “gâvur, kâfir, ahlâksız, zındık, hırsız, yabani, namussuz, iffetsiz” gibi yaftalara mahkûm ediyorlardı kendilerine benzemeyenleri.
Kural şuydu; ”Bizden farklı olanlar bize uyacaklar!”
Yerli halkın ilk zamanlarda içtenlikle gösterdiği misafirperverliğin ve “ensar ahlâkının” yerini “Gitseler de kurtulsak” veya “Huzurumuzu kaçırdılar” vaveylâsı, merhametin ve sevginin yerini giderek tırmanan öfke almaya başladı.
Samsun, Aralık 1864
Çay kahve içip meşreplerine göre tavla atarak, memleketi kurtararak, dedikodu yaparak, boş lakırdıyla zaman öldürenler doldurmuşlardı yine Süleyman Efendi’nin kahvesini. Namaz vaktini bekleyenler de vardı aralarında.
Dede mesleğiydi kahvecilik Süleyman Efendi’nin. Kalender, vicdanlı bir adamdı.
Soğuk havalarda fakir fukaranın boğazından sıcak bir şey geçsin diye, özellikle Cuma günlerinde, kandillerde, bayramlarda, kendi elleriyle çaylarını verir, hayır dualarını alırdı. Babası da öyle yapardı, dedesi daha fazlasını yapar, çayın yanında simit, çörek gibi ikramlarda da bulunurmuş. O kadarına gücü yetmiyordu Süleyman Efendi’nin.
Samsun’da da hayat eskisi gibi değildi artık.*
Dokuz-on kişi üç masayı birleştirip, önlerinde çayları, zaten küçük kahvehaneyi göz gözü görmez yapan cigaralarını tüttürerek koyu bir muhabbete dalmışlardı.
“Yahu arkadaş! Nedir bu rezalet?” dedi biri.
“Arkaları da kesilmiyor ki geldikçe geliyorlar” diye ekledi kemerli koca burunlu hafif şehla diğeri…
“Bunlar, yakında evimizden barkımızdan da ederler maazallah! Dağdan geldiler bağdakini kovacaklar. Bizim İbraamı bilirsiniz. Bunlar gidene kadar köyde kalırım demiş, alıp çoluk çocuğu gidecekmiş”
“Hangi İbraam?”
“Hani var ya, Kurumahmutlar’ın İbraaam!”
Konuştukça konuştular, açıldıkça açıldılar, dağıttıkça dağıtlar.
Hani bazı insanlar vardır, gözlerini sürekli döndürüp dururlar, konuşurken elleri hep hareket halindedir, yanlarındakini ya sık sık dürterler, ya omzuna dokunurlar, her cümlelerinin başında, ortasında, sonunda bir yemin sözcüğü çıkar ağızlarından, ahlâktan, doğruluktan, dürüstlükten en çok bunlar söz ederler, Allah’tan çok korkarlar, günahtan sakınırlar, ama biraz insan tanıyorsanız eğer yüzlerine bakar bakmaz anlarsınız tıynetlerini.
İşte böyle biriydi beyaza yakın sarı saçlı, birinde şark çıbanı izi olan yanaklarına kan oturmuş, dudaklarının üzerinde fırça gibi bir bıyık, gözleri çipil çipil, burnunun hemen kenarında çekip koparma arzusu uyandıran tiksindirici bir et beniyle Peltek Avni! Pelteklik masumiyet ve sevimlilik katarken insanlara, katmerli hale getirmişti bunun sevimsizliğini.
İki karısı vardı Avni’nin. “Bana yetmez üçüncüsünü alacağım”diye söylenip duruyordu. İtibarlarını uçkurlarıyla ölçen, kifayetsiz gözü dönmüşler böyledirler.
“Bırakın yav onu bunu, nasıl ama kadınları, bir içim su. Onlardan mı alsam yeni karıyı diyom ben.” diye karıştı lafa.
“Hem bunlar kendi kızlarını satarlarmış, öyle diyorlar!”
“Estağfurullah el azim. Bana müsaade namaz vakti” diye söylenerek kalktı masanın en ucunda oturan yaşlıca biri. Duymadılar bile söylediklerini. Duysalardı belki insafa gelip susarlardı.
“Yapma ya, doğru mu diyon? ’
Ağzını şapırdattı, bir yudum çay aldı, cigarasından derin bir nefes çekti, biraz daha kaykıldı Ladik’li Mürsel.
“Eeeee sonra?” diye arkasının gelmesini bekledi bu iftira ve gıybetin.
“Eeeesi o! Babasına, babası yoksa abisine, o da yoksa akrabasına bastırıyormuşsun parayı, alıp götürüyormuşsun bir içim su kızı!”
“Vay be!”
Şaşırdılar mı sevindiler mi kendileri bilir.
“Şeytan diyor ki…” diye ekledi şeytanı bile utandıran Peltek Avni;
“Kapacaksın birini kaldıracaksın dağa!”
Hep birlikte ne kadar da içten güldüler…
Evlerine dağılırlarken zaten kirli olan hayal dünyaları daha da kirlenmişti, “insan eti” kokmaktaydı nefesleri.
(…….)
“Amanın bacılar bu ne rezalet?”
“Ne ne rezalet?”
“Şu Kafkasları diyom.”
“Yaaa garipler, yurtlarından olmuşlar, yaban ellerde aç açık, çıplak! İçler acısı! Hele o çocuklar yok mu çocuklar?”
Keriman Hanım’dı bunları söyleyen. Nüfus Müdürü’nün hanımı! Kendi gördüklerinden maada, kocasının anlattıkları yüreğine otururdu bu yüce ruhlu kadının. Kendisi de kocası da Samsunlu değillerdi. Tayinle gelmişlerdi buraya. İki kızları bir de oğulları vardı. Bazen elleriyle börekler, çörekler yapar, kocası da Nüfus Dairesi’nin müstahdemleriyle sokaklardaki perişan çoluk çocuğa dağıttırırdı. Söylediklerini duyan varsa da umursayan olmadı.
“Ay hakkaten de haklısın. Ortalık pislikten, hastalıktan geçilmiyor. Bizimkiyle konuştuk geçende, şunlardan kurtuluncaya dek köye gitsek dedik. Devlet bu belayı başımızdan def edince döneriz artık. Bakalım hayırlısı” Kurumahmutların İbraam’ın karısıydı!
“Ben onu mu diyom? Şu kadınları diyom. Dağda, bayırda, çayırda, sokakta yayılmışlar, ar yok, kaç-göç yok, tövbe tövbe! “
Şu dille söylenen kalple tasdik edilmeyen tövbe ne kadar kullanışlıdır. Söylersiniz, söylersiniz, iftira atarsınız, çekiştirirsiniz, hakaret edersiniz, helâllik bile dilemeden, “tövbe tövbe” dersiniz, pir ü pak oluverirsiniz. Söyledikleriniz birilerinin alnına kara çalar, dilden dile dolaşır, eklendikçe eklenir, belki hayatını allak bullak eder, ne gam?
“Kocalarımızı alacaklar kız bunlar elimizden maazallah, bu iffetsizlikle gelip evimizin başköşesine kurulacaklar!” diye içinde biriktirdiklerini sıralamakta gecikmedi kasabın şişmanlıktan nefes alırken bile dermansız kalan karısı.
“Hoca efendinin karısından duydumdu geçende. Padişah Efendilerimiz bile bunlardan alırlarmış cariye olsunlar diye haremlerine. Ne maharetleri varsa artık? O derece yani!”
Kırk yaşını geçmiş, hala hayırlı bir kısmet bekleyen Fitnat Hanım’dı. Hep çok bilirdi, hep en iyi bilirdi, hep en çok konuşurdu. Arsız, yüzsüz, tiksindiren sırıtışına eşlik etti dinleyenlerin çoğu.
“Ben benim adamdan eminim, üzerime gül koklamaz da, kızlarımıza kötü örnek bunlar. Vallahi sokağa salmıyom bizimkini, otur evde kemiklerini kırar baban diyom.” diye girdi lâfa, kınalı saçlarını başörtüsünün altına tıkıştırmaya çalışan Zerzevatçı Lütfü’nün zevcesi.
“Yalnız o mu? Oğlanlarımız var oğlanlarımız! Benimkinin yaşı on yedi! Nefisleri hop oturup hop kalkıyor. Aldanıverecekler diye sabahları zor ediyom” dese de bir kadın, herkes aynı anda konuştuğu için kim olduğu anlaşılamadı.
“Ah kardeşler ah, iffet başka şey, her kula nasip olmaz!”
“Cehennem çırası bunlar cehennem, katranlar içinde kaynayacaklar! “
“Doğru bacım!”
“Valla haklısın!”
“Allah cümlemizin iffetini namusunu korusun!”
“Peygamber Efendimizin hanımlarına komşu oluruz inşallaaaaaaah!”
Hep bir ağızdan amin dediler.
Sobası yanan, iştah açıcı kokuların her yanı sardığı, bir odasında çocukların gülüşmeler ve haykırışlarla oyuna daldıkları bir evde bunlar olurken,
Kocaları, kardeşleri, oğulları devletin verdiği tayın bedelini alabilmek, alamazlarsa da yiyecek bir şeyler bulabilmek ümidiyle** yanlarında olmayan birkaç kadın,
Soğuğa ve yağmura engel olamayan bir çadırın içinde, ısınabilmek için birbirlerine sokulmuş,
Yitirmemek için şuurlarını,
Savaş onların gözlerini açtıkları gerçekleri olsa da, büyük bir özlem duydukları vatanlarını hatırlıyorlar, dönecekleri günün hayalini kurmaya çalışıyorlar, anlatıyorlar, anlatıyorlar, gülümserken hep birlikte ağlamaya başlıyorlar, artık dünyada olmayan sevdiklerini andıkça sessiz ağlamalar hıçkırıklara dönüşüyor, annelerinin su içirerek oyaladığı birkaç küçücük çocuk gözleri yolda, şu kahrolası açlıklarını bastıracağını umdukları bir somun ekmek ya da vicdanı henüz körelmemiş bir hayırseverin verdiği birkaç elma ile babalarının, ağabeylerinin dönüşünü yutkuna yutkuna bekliyorlardı.
Keriman Hanım dinledi, dinledi, dinledi. Dinledikçe her kelimenin insanlığından bir parça koparıp götürdüğünü, işittiği bu seslerin ruhunu lekelediğini fark etti, üşüdü, içi titredi.
Ne söylese işe yaramayacağını anladığı karşısındaki güruha baktı, baktı, baktı, baktıkça utandı…
Daha çaylar bile gelmemişti ki “Bana müsaade, misafir var akşama, gelmedi demeyesiniz diye uğramıştım” deyip, ayaklandı.
Ev sahibi “Aaaaaa hiç olmadı böyle. Ne güzel muhabbet ediyorduk. Hem kendi ellerimle börek açmıştım, kete de yapmıştım, mis gibi taze mısır ekmeği bile vardı” derken,
Babalarının, ağabeylerinin yolunu gözleyen çocuklar yutkundu çadırlarında.
Keşke bilselerdi “muhabbet”in anlamını!
*Kış boyunca ve baharın başlarında Samsun’un durumu çok kötü değildi. Göçmenlerin buradaki yığılmaları hiçbir zaman çok büyük olmamıştı. Çünkü önceleri buraya gelen göçmenlerin sayısı Trabzon’daki kadar fazla değildi ve iç kısımlar ile olan kolay ulaşım koşulları, göçmenleri Amasya ve Çarşamba istikametine göndermeye imkân tanıyordu. Fakat Trabzon’daki göçmenlerin sayılarının endişe verici boyutlara ulaştığı ve Trabzon’a gelen bazı kafilelerin Samsun’a doğru yönlendirilmesiyle büyük bir göç dalgası bu yöne akmaya başladı. (Antoine Fauvel a.g.m)
**Açlıktan ölenlerin ve dört gündür günlük tayınlarını alamayanların sayısı çok fazladır. (Müfettiş Barozzi’nin Raporu)