İnternette arama motoruna “Circassian” yazıp gezinirken, Feryal Ayoub ile yapılmış bir söyleşiye denk geldim. 2019’da yayınlanan videoda bir anne kız sohbeti vardı. Amerika’da yaşayan Suriye Çerkeslerinden Pşıhalıku Suhein Beck, annesiyle geçmişe bir yolculuk yapıyordu adeta. Golan Tepeleri’nden Amerika’ya savruluşlarını, Amerika’da tutunma çabalarını anlatırken zaman zaman gözyaşlarına boğuluyordu Feryal Ayoub. Suhein ise annesi anlattıkça birçok şeyi yeniden yaşıyor, bazı şeyleri ise ilk kez duyuyordu.
Feryal Ayoub 1971 yılında gece yarısı bindikleri trenle bir bilinmeze yol aldıklarını kızına anlatırken “Artık geri dönemezdik çünkü babanı hainlikle suçlarlardı ama gideceğimiz yeri ve başımıza gelecekleri de bilmiyorduk” dediğinde Onat Kutlar’ın dizeleri geldi aklıma: “Durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için”. Evet, biz Çerkesler de ne kadar çok öldük, ne kadar çok hain ilan edildik ve ne kadar çok sürüldük yaşamak için…
Suhein Beck’e ulaşma çabasına giriştiğimde özellikle egzama ve sedef hastalığını tedavi etmeye odaklanan krem ve losyonların yanı sıra farklı cilt sorunlarıyla ilgili ürünlerin satıldığı ELAJ adlı bir web sitesi çıktı karşıma… Elaj’ın arka planını anlatan bölümde ilacın formülünün Suhein’in dedesi Dr. Muhammad Ali Pşıhalıku’ya ait olduğu yazılıydı.
Facebook üzerinden iletişim kurdum Suhein ile ve “Bize ailenin öyküsünü anlatır mısın?” dedim. Sorularımı yolladım ve cevapladı. Yazdıklarını okurken, araya soruları eklemeden düzenlemeye karar verdim Suhein’in anlattıklarını…
Girişimci, yazar ve konuşmacı olan Suhein, Kaliforniya’da yaşıyor. 2019’da yayımlanan “Topikal Steroid’in Yan Etkileri” adlı kitabı, Amazon sitesinin sağlık kategorisinde satış rekorları kırarak birinci sıraya yerleşmiş.
“Cilt İtirafları” ve “Duyulmamış: Amerikalı Müslüman Gençlerin Sesi”adlı kitapları ise bu yıl içinde yayımlanacak.
Çileli yolculuklar
Söylemesi belki acı belki de komik ama ailemin iki kuşağı altı kez mülteci durumuna düştü. Bunun neresi komik diyebilirsiniz ancak bizler zamanla kaderimizi kabullenmeyi ve yaşadıklarımıza gülümsemeyi öğrendik.
1864’te sevgili anavatanımız Kafkasya’dan çıkış, 1870’te Bulgaristan’dan Suriye Şam’a, 1967’de Golan Tepeleri’ne gidiş, 1971’de siyasi kriz nedeniyle Şam’dan kaçış, 1980’de New Jersey’deki ırkçı Amerikan çetelerinden kaçış, 2011’de Suriye’deki savaş nedeniyle Kafkasya, Avrupa ve Amerika’ya gidiş. Ailemin geçmişi bu türden çileli yolculuklarla dolu…
Kaybettiklerimize ağlamak yerine, karşısına dizilen sayısız talihsizliğe rağmen halkımızın hayatta kalma iradesini kutlamalıyız.
Her şeyi arkada bırakarak yeni bir ülkeye, yeni bir yaşama ve savaşçı yapımızla yeni bir maceraya adım atabilme cesaretimiz vardı, suyun altında nasıl nefes alınacağını bilmeden her seferinde yeni bir okyanusa dalıyormuşsunuz hissini verse de.
Bir aşk hikâyesi
Ailemin uzun öyküsüne bir aşk hikâyesiyle başlayayım. Kafkasya’daki Bjeduğ köyü Pçıhal’ıkhuay’dan ayrılan dedemin ailesi gemiyle önce Romanya’ya ardından da Bulgaristan’a gitmiş. Sonrasında ise Suriye’de Şam’a yerleşmişler. Dedem Dr. Muhammad Ali Pşıhalıku, Osmanlı’da tıp eğitimi almış. 1876-1909 yılları arasında tahtta bulunan 2. Abdülhamit döneminde dedem en iyi 65 cerrah arasındaymış ve derece ile mezun olmuş. Osmanlı ordusuna alınmış ve binbaşı rütbesiyle cepheye gitmiş. Zengin ve siyasi gücü olan Yusuf Ziya Abdullahoğlu’nun kızı Alaviah Zeynep Hanım’la evlenmiş. Birbirlerini çok sevmişler ama çocukları olmamış. Dedem cephedeyken eşi hastalanmış ve yaşamını yitirmiş, tüm mirasını dedeme bırakmış. Mirasın dedemin adına kaydedilmesinde ısrarcı olmuş. Dedemin bir gün cepheden döneceğine inanıyor ve onu ne kadar sevdiğini bilmesini istiyormuş.
Adana’daki miras
Pçıhal’ıkhuay’da yaşayan akrabalarımdan duyduğuma göre hükümet ailemi bulup mirası teslim etmek istiyormuş, Adana’da Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasında bir yermiş. Eğer o aşk böylesi bir hediyeyle taçlanmışsa; bu satırları okuyan biri o mirası bulmamıza yardımcı olabilir belki. Sözünü şimdiden vereyim: Tüm hissemi Çerkes kültürü ve dili için harcayacağım. Belki birisi bu aşk hikâyesindeki eksik parçayı tamamlamama yardımcı olur.
Dedem lisanları çok severdi ve Adigece-Türkçe-Arapça bir sözlük üzerinde çalışmıştı. Bu yüzden de miras gelirinin tümünün kültür ve dil için harcanması en doğrusu olacaktır.
Ailesiyle Golan Tepeleri’ne yerleşen dedem Suriye Çerkeslerinden Najia Al Asali ile evlenmiş.
Al Asali, Suriye’nin siyasi anlamda güçlü ailelerindenmiş. Büyükannemin abisi Sabri Al Asali cumhurbaşkanı vekilliği ve başbakanlık yapmış. Dedem büyükanneme hemşirelik ve ebelik eğitimi vermiş ve kliniğinde yardımcı olmasını istemiş. Becerilerini geliştiren büyükannem göz ameliyatlarının evreleri konusunda da bilgi sahibi olmaya başlamış. Mısır ve emirliklerden gelen kraliyet mensuplarının hastalıklarını ve kısırlık sorunlarını tedavi eden dedem, ilaç formülleri geliştirip nasıl hazırlandıkları konusunda da bilgi veriyormuş büyükanneme.
Bölgedeki diğer doktorlar büyükannemin lisanssız ilaç tedavileri yapmasından şikâyetçiymiş.
Çünkü tüm hastalar büyükanneme gidiyormuş, hastaları çaldığını söylüyorlarmış.
Zor doğum vakalarına ve çocuk sahibi olmaya çalışan kadınlara yardım etmesiyle ünlenmiş büyükannem. Şikâyetler resmi düzeye yükselememiş çünkü abisinin konumu onu korumuş.
Elaj’ın öyküsü
O klinikte, Kafkasya kökenli bir tarifle göz, cilt ve enfeksiyon tedavileri için antibiyotikler yapmaya başlamışlar. O formüllerden biri bana miras kaldı. Egzama ve kuru cilt gibi sorunların tedavisi için Amerika’da bir işe giriştim. Şirketimin adını Elaj koydum, Elaj 7 dilde şifa anlamına geliyor. Keşke başka formüller de eklense Çerkes ilaçlarına… İlaç kutularının üzerinde, pazarlama broşürlerinde ve web sitesinde dedemin fotoğrafı ve Çerkesçe ismi var.
(www.elajnaturally.com)
Golan Tepeleri’nden birçok görgü şahidi, trahoma hastalığı için dedemin eski bir Çerkes tedavisi uyguladığını söylüyor: Gözkapağının siyah-yeşil sırlı taş ile ovulması. Bazalt taşı ya da ofiyolit yeşil taş olarak bilinir. Dedem bu taşı polen eklenmiş doğal kaynak suyu ve borik asit karışımına batırarak işlem yaparmış. Polen, iltihap çözücü ve alerji önleyici bir etki gösterirmiş.
Bir başka ilaç ise bebeklerde kıl foliküllerini yok ederek tüy çıkmasını engelleyen bir formüle sahipmiş. Doğumun ardından birkaç hafta kullanılan ilaç kız çocuklarının bacaklarına, kollarına ve koltuk altlarına sürülüyormuş. Böyle bir ilacın bugünkü pazara sürüldüğünü düşünün, ne kadar değerli olurdu. Halalarım bana hiç tüyleri çıkmadığını gururla anlatırlardı ama ne yazık ki bu ilacın formülü muhafaza edilmemiş. Bu da bir başka Çerkes trajedisi.
Ödünç alınmış vatan
Dedemin kliniği 1967 yılında Altı Gün Savaşı’nda imha edildi. Dayım Nabil Ayoub Lapsaruk’u, anne ve babamın ailelerinin geçmişine dair tüm belgeleri, fotoğrafları ve birikimlerimizi o savaşta yitirdik.
1970-71’de bir başka siyasi kriz tertiplenmişti ve babam Suriye’den kaçmak için her şeyini riske attı. Suriye ödünç alınmış bir vatandı ve bize kültür, dil ve leziz yemekler gibi güzel hediyeler vermişti ama bir bedeli vardı. Ancak siyasi istikrarsızlık, ödenmesi zor ve pahalı bir bedeldi.
Bir gece yarısı treniyle Türkiye üzerinden Almanya Münih’teki bir kampa gittik. Bir yıl kadar sonra ise Golan’dan Amerika’ya gitmek isteyen Çerkeslere yardım amacıyla kurulan Tolstoy Vakfı aracılığıyla yasal mülteci statüsü aldık.
“Korkunun kokusunu almalarına asla izin verme”
O andan sonra hikâyenin en beklenmedik kısmı başlıyordu. Bir savaş alanını bir başka savaş alanıyla takas etmiştik. Belki gerçekten de kaderimizden kaçamıyoruzdur, bu yüzden komik buluyorum işte! İşsizlik ve enerji sıkıntısının tavan yaptığı, Nixon’un mahkemeye verildiği dönemin Amerika’sında New Jersey’ye ulaştık.
Yabancıları pek de hoş karşılamayan bir mahalleye yerleştik. Bizi korkutarak mahalleden taşınmamızı sağlamak isteyen Amerikalı kabile çeteleriyle karşı karşıya kalmıştık. Ama kimlerle uğraştıklarının farkında değillerdi, yanlış hesap yapmışlardı. Babamın korkusuz Bjeduğ kanı bu tehditler karşısında galeyana gelmişti ve o küçük kasaba mafyasıyla savaşa girmiştik. Babam o çetenin bizi öldürme girişimleri, evimizi ve arabamızı yakmaları, bekçi köpeklerimizi zehirlemeleri ve beni kaçırmaları karşısında bile hiç geri adım atmadı, asla vazgeçmedi. Bu yaşananlardan bir ders almıştık: “Korkunun kokusunu almalarına asla izin verme”.
12 ve 14 yaşındaki erkek kardeşlerim yasal olmasa da araba kullanıyorlardı çünkü geçimimiz onların gazete dağıtmasına bağlıydı, iş kurmak için para biriktirmemiz lazımdı. Tabanca temizliyor, savunma alıştırmaları yapıyor, silah kullanmayı öğreniyorduk. Bıçak taşıyorduk, biri bize saldırdığında yumruğuna karşılık vermek zorunda kalırız diye saldırgana hasar verecek türden takılar kullanıyorduk. Korkmak gibi bir lüksümüz yoktu.
“Belki yarın tekrar mülteci durumuna düşeriz”
Bir yıl önce çocukluğum hakkında annemle konuşuncaya kadar tüm bunların normal olduğunu zannediyordum. Annemle bir röportaj yaptım ve YouTube kanalımda yayımladım.
Ailemizin mücadelesini ilk kez herkesle paylaşacaktı. Akrabalarım dahil birçok kişi şaşkınlık ve gözyaşı içinde telefon etti. Çünkü mültecilik maceralarımızda nelere katlandığımız hakkında çok bilgileri yoktu. Artık tüm hikâyeler gün yüzüne çıkmıştı ve geçmişin gölgelerinden kurtulmuşuz gibi hissettiriyordu.
Annemin de hakkını vermeliyim çünkü o da babam kadar korkusuzdu, Haj Kubba’nın torunu olarak Abzeh bir ailede prenses gibi büyütülmüştü ama tüm mücadelelerde babamın yanında dimdik durdu. Her gün çalışmaya gittiği fabrikalarda, sonrasında sırasıyla lokantamızda ve süpermarketimizde bir gün bile hastalık veya yorgunluktan şikâyet ettiğini hatırlamıyorum. Şimdi de “Çok çalışıyorsun” diye beni suçluyor, gülüp geçiyorum. Annemde, babamda ve Çerkes köklerimde şahit olduğum gerçeklik çok çalışmaktı, çalışmaya mahkûmum çünkü belki yarın tekrar mülteci durumuna düşeriz, kim bilir… Eşyalarımızı çabucak toplayıp bir başka yerde yeniden başlamaya her an hazır olmalıymışız gibi geliyor bana.
“Gülmeyi seçiyorum”
Azimliyiz. Ölümlerden sağ çıkmışız. Gülebiliriz. Ağlayabiliriz. Ben gülmeyi seçiyorum.
Çerkeslerin öyküsü trajedilerle, kayıplarla ve mücadelelerle dolu biliyorum ama ben gülmeyi seçiyorum. Bir zamanlar kadim rüzgârlara “Bırakın şanımız yürüsün” demişiz, ben ise “Şanımız meşhur olsun” diyorum. Öykülerimizi anlatmalı, bize miras kalanları paylaşmalıyız.
Tüm Çerkeslere ailelerinin kadim bilgilerini, varsa ilaç formüllerini ve yaşadıklarını paylaşmaları konusunda çağrıda bulunmak istiyorum. Ben kendi ailemden kalanları su yüzüne çıkartmaya çalışıyorum. Dedemin cilt ilacını Elaj aracılığıyla dirilttim. Şu anda dünya genelinde çantalarda, arabalarda ya da evlerde yaklaşık 1 milyon Elaj kutusu var.
Çerkes kültürünün korunması için gerçekleştirdiğim kültürel faaliyetlerin yanı sıra kendimi yazmaya ve Çerkeslerin tarihiyle ilgili videolar üretmeye adadım. Ailenizin geçmişini paylaşmak isterseniz Suhein Beck adlı YouTube kanalıma buyurun. İngilizce ve Arapça biliyorum. Şu sıralarda hem Abzeh hem de Kabardey diyalektlerini yeniden öğrenmeye çalışıyorum.
Yakın bir gelecekte iki kızımla birlikte anavatanımı yeniden ziyaret etmeyi planlıyorum, böylece anadilimi geliştirmek için pratik de yapabilirim.
Türkiye’deki miras konusunda bir ilerleme olursa onu da gelecek nesillere hediye etmek istiyorum. Bu konuyla ilgili suheinbeck@gmail.com adresinden irtibat kurabilirler.
Dünya genelinde Çerkes yazarların ve medya mensuplarının çoğalmasını ve kayıp hikâyelerimiz uçuşan tozlara dönüşmeden her şeyin anlatılmasını ve paylaşılmasını diliyorum.