İlk ‘Bisiklet Seyahatnamesi’nde Çerkes İmgesi

0
1881

İngiliz seyyah Thomas Stevens 1884 baharında Amerika’dan çıktığı bisikletle dünya turunu 1886 sonunda Japonya’da tamamladı. 1885 yazında İstanbul’a ulaşan Stevens burada ve Anadolu topraklarında Çerkeslere dair ilginç cümleler kaleme aldı.

Dünyayı pedal çevirerek dolaşan ilk kişi Thomas Stevens adında bir İngilizdir.
Yazılmış ilk bisiklet seyahatnamesi de ona aittir.
Nisan 1884’te San Francisco’dan yola çıkan Stevens, yolculuğunu 1886 Aralık’ında Japonya’da, Yokohama’da tamamladı.
Anılarını ‘Bisikletle Dünya Turu’ adında iki ciltlik bir kitapta topladı.
San Francisco’dan Tahran’a uzanan yolculuğu anlatan birinci cilt, Nisan 2009’da Türkçe yayımlandı. Pozitif Yayınları’ndan çıkan kitabın çevirisi Ömer Öğünç’e aitti.
Kitabın ikinci cildi Türkçeye çevrilmedi. Ama telif süreleri dolmuş eserlerin büyük kütüphanesi Gutenberg.org’da iki cildin de İngilizcesini bulabilirsiniz.

“Erken” Diaspora’da Çerkes algısı
Stevens’ın kitabını ilk okuduğumda acaba Kafkasya’dan geçmiş midir diye baktığımı hatırlıyorum. Balkanlar’dan İstanbul’a gelmiş, oradan Küçük Asya (Anadolu) topraklarını kat etmiş, sonra da İran’a geçmişti. Dolayısıyla rotası güney hattını izlemişti.
Yolu Karadeniz’in kuzeyine düşmese de, yaklaşık 20 yıl önce Osmanlı coğrafyasına sürgün edilen Çerkeslerle çok karşılaşmıştı.
İstanbul’da başlayan bu karşılaşmalar ilk ciltte Erzincan’a kadar sürmüş, ikinci ciltte ise Bakü, Tiflis, Batum civarında devam etmişti.
Okuyacağınız bu yazıda Stevens’ın Çerkeslere dair yazdıklarını toparlamaya çalışacağım.
Alıntıları Türkçe çeviriden yapacağım. Ama şüpheye düştüğüm yerlerde orijinal metinden faydalanacağım. Parantez içinde gösterilen sayfa numaraları Türkçe çeviriden olacak.

Sultanın süvarileri
Stevens Çerkeslerle ilk karşılaşmasını 1. cildin 9. bölümünde anlatıyor: “…18 Temmuz (1885) Cumartesi sabahı askeri müzik henüz yeni biten bayramla ilgili olarak, bir camide törene katılmaya giden sultanın geçeceği sokakları korumak için İstanbul dışından gelen askerlerin varışını haber veriyor. Belirtilen yerde Çerkez süvarileri ve kırmızı-mavi renklerdeki elbiselerin üzerine kocaman türbanlar takan Etiyopya piyadelerini sıralanmış halde buluyorum (…)
Birkaç dakika içinde gri benekli atlarıyla sokakta birbiri arkasında vahşi şekilde koşan yarım düzine Çerkez süvarisinin görünmesiyle Sultanın gelişi haber veriliyor…” (Sf.229)
(İlginç bir tesadüf: Stevens’ın Çerkeslerle ilk kez karşılaştığı gün, aynı zamanda Sultan 2. Abdülhamid’i kısa bir an olsa da gördüğü güne denk geliyor. A.Ç)

Ayakkabılar güzel ama ya imge?
Bu karşılaşmadan birkaç gün sonra, kahramanımız Galata’da kendine ayakkabı yaptırırken Çerkes bahsi bir kez daha geçiyor: “…Bundan böyle ayakkabılarım da yumuşak deriden yapılmış Çerkez ayakkabıları olacak. Galata’daki yerli ayakkabıcıya bir çift ayakkabı yaptırdım ve yürümek ya da pedal çevirmek için kullandığım ayakkabılardan daha iyi olduklarını söyleyebilirim (…) bir eldiven kadar rahatlar…” (Sf. 243)
Ne var ki, ilerleyen sayfalarda Çerkesler, Çerkes ayakkabıları kadar takdire şayan olmuyor.
İstanbul’dayken tanıştığı insanlar onu Çerkesler konusunda uyarıyor: “…Yakın zamanda İran ve Kafkaslarda seyahat eden bir İngiliz, İranlılarla anlaşmanın kolay olduğunu, tek hatalarının ise Doğudaki genel eksiklik, yani bir şey satın almak istediğinizde mümkün olduğunu düşündükleri her fiyatı talep etmeleri olduğunu söylüyor…”

İngiltere’de “Bogie” neyse Türkiye’de Çerkes o
Stevens ilerleyen satırlarda şöyle devam ediyor:
“Çerkezler Anadolu’daki en büyük baş ağrısı gibi görünüyor. (Orijinal metinde bu kelime ‘bugbear’ olarak geçiyor. Öcü, karakoncolos, yersiz korku, zor bir sorun vb. bir dizi çevirisi var. A.Ç)
Kendi halinde ve yarı ayrıcalıklı eşkıyalar olarak düşünülen bu insanların yaşadığım bölgeden bir kez geçtiğim zaman, saldırılardan oldukça güvende olacağım söyleniyor. İstanbul’da iki kişi tartışırken birinin diğerini öldürmesi için Çerkez’in birine birkaç Mecidiye vermekle tehdit etmesi alışılmış bir olay.
İngiltere’de annelerin saygısız kızlarını, babaların başa çıkılmaz oğullarını ve herkesin genel olarak düşmanlarını tehdit ettiği efsanevi “Bogie” ne ise, Türkiye’de de Çerkez öyledir. Ancak İngiliz ev halkındaki ‘Bogie’nin aksine Çerkezlerin varlığı gerçektir ve halk arasında her türlü kötülüğü yaptırmak için kullanabileceğiniz kişiler olarak algılanır.” (Sf. 244)

Fransıza çizdirilen Çerkes portresi
10 Ağustos 1885 sabahı İstanbul’dan ayrılan Stevens, bir vapurla İzmit’e geçer. Bu kez İzmit’te Çerkeslerle ilgili bir “algı operasyonu”na maruz kalır. İzmitliler ona biraz İngilizce bilen bir Fransız bulup getirirler. Diğerlerinin sözlerini ve duygularını aktarmada tercüman görevi üstlenen Fransız: ‘…En kötü tiplerin İzmit yakınında olduğunu ve Ankara’ya yaklaştıkça daha iyi insanlarla karşılaşacağımı ekleyip bozuk İngilizcesiyle,”çok kötü insanlar, çok kötü insanlar! İzmit’le Ankara arasında çok fazla Çerkez’ diyor.
(…) Son Rus-Türk Savaşı sırasında binlerce Çerkez mülteci Anadolu’nun bu kısmına göç etmiş. Zahmetli ve tekdüze çiftçi yaşantısı için fazla huzursuz ve gezici bir yapıları olduğundan pek çoğu bugün bile köylerde boş gezen insanlar olarak yaşıyor ve nasıl geçindiklerini hiç kimse bilmiyor. Haklarındaki genel kanı her türlü şeytanlığı yapacakları yönünde. Özel nitelikleri ve gözde uğraşları at çalmak olsa da (…) Kafkaslar’dan gelen bu eşkiyalar fırsat çıktığı zaman yol kesen haydutlara dönüşmekte tereddüt etmez…” (Sf. 253)

İlk gerçek karşılaşma
Stevens’da dile getirilen bu Çerkes imgesi yazarın doğrudan kendisine ait değildir. O ona anlatılanları aktarmaktadır. Hatta ona anlatılanlara ihtiyatla yaklaşmaktadır: “…Macaristan’dan ayrıldığımdan beri önümdeki tehlikelerle ilgili o kadar ısrarla uyarıldım ki şu ana kadar gerçekten ciddi hiçbir şeyle karşılaşmadıktan sonra insanların düşündüğü gibi bir tehlikenin var olduğu konusunda bile şüpheye düşüyorum” diye yazar. (Sf. 254)
Padişahın tören askerlerini saymazsak henüz Çerkeslerle karşılaşmamıştır da.
İlk karşılaşma kitabın 11. bölümünde yaşanır.
Seyyah, İzmit’te bir gece geçirmiş, ertesi gün gidonunu Ankara’ya çevirmiştir.
Mola verdiği bir handa ilk defa Çerkeslerle karşılaşır: “Kafkasların sakinlerine özgü koyu kumaştan uzun Kazak ceketleri giyiyorlar. Göğüslerini özel olarak yapılan iki sıra kemik veya metalden ceplere koyulmuş fişek kovanları sarıyor. Bot veya bendeki deri ayakkabıların benzerlerinden giyiyorlar. Başlıkları ise uzun koyun yününden İranlıların ulusal başlığına benzeyen türbanlar. Gördüğünüz grupların içinde en iyi giyimli ve en çok saygı gösterilen bunlar. Yerlilerin çoğu perişan kılıklı ve çıplak ayaklı olduğu halde Çerkezleri herhangi bir şekilde gördüğümü hatırlamıyorum. Dış görünüşüne bakılınca aralarında en güvenilir olan adamlar bunlar, ancak Kafkaslardan gelen bu evsiz dağcıların** gülümseyen yüzlerinin altında yatan kötülük, sadece eski kılıç, bıçak ve tabanca taşıma gibi yaygın bir gelenek yüzünden ortaya çıkan katil görüntüsüne sahip, onlara hiç de benzemeyen bütün bir köydekinden daha fazladır…” (Sf. 258)
(İngilizce orijinal metinde kullanılan “mountaineers” kelimesi “dağlı” olarak çevrilse daha doğru olurdu. A.Ç)

Yozgat ve Sivas’ta Çerkes kadınları
Taraklı, Beypazarı üstünden Ankara’ya geçen İngiliz seyyah, oradan da Yozgat’a ulaşır. Yozgat’ta yeniden Çerkeslerle karşılaşır. Ama buradaki Çerkeslerin daha önce gördüklerinin aksine şık olmadıklarını yazar ve durumu yoksulluğa bağlar. (Sf. 349)
Yozgat’tan Sivas’a devam ederken, kalabalık bir Ermeni ailesinin Çerkes çobanından söz eder: “…Onun koruması altında Ermeniler kendilerini tamamen güvende hissediyor. Muhtemelen bu tarz bir korumaya gerçekten ihtiyaç duymuyorlar, ama yine de onları koruyacak bir Çerkez tutmak zekice.” (Sf. 353)
“…Birkaç Çerkez köyü bu düzlüğe yayılmış. Çoğu benim yolumdan uzakta, ama pek çok atlıyla karşılaşıyorum. Kırsaldaki en güzel atlara biniyorlar ve doğal olarak nasıl bu kadar iyi giysiler ve atlar kullandıklarını merak ediyorsunuz. (…) Çerkezler Türklerin ve Ermenilerin tersine benim Rus veya İngiliz olmam ve nereye gittiğim gibi tamamen kişisel konulara daha fazla, bisiklete ise daha az ilgi gösteriyor. Ayrıca bütünüyle daha utangaç görünüyorlar. (…) Sadece birkaç tane Çerkez kadını görebiliyorum, onları görebilecek kadar yakına gittiğimde güzel yüzlü, etkileyici kadınlar olduğunu görüyorum. Çoğu bu bölgede nadir görülen mavi gözlere sahip. Erkeklerin ortalaması da kadınlar kadar iyi, yüzlerinde onları Türkler ve Ermenilerden ayıran korkusuz bir ifade seziliyor…” (Sf. 354)
Çerkes kadınlarının güzelliği ilerleyen sayfalarda yeniden karşımıza çıkıyor. Stevens, Sivas Valisi Halil Esat Paşa’nın, sultanın gözüne girmek için İstanbul’a güzel Çerkes kızları gönderdiğini yazıyor. (Sf. 364)

Anadolu topraklarında rastladığı son Çerkesler
Stevens’ı malı ve canı konusunda uyaranlar -adamımız sonunda memleketine döndüğüne göre- haklı çıkmıyor. Ama Erzincan civarında rastladığı bir grupla yaşadığı diyalog onu korkutmuşa benziyor: “…Öğleden sonra atlı ve çok iyi silahlanmış üç kişilik bir Çerkez grubuyla karşılaşıyorum. Yanlarından geçene kadar şaşkınlıktan konuşamıyorlar. Hemen sonra yakından incelenmesi gereken bir şey olduğuma karar verip arkamdan dörtnala geliyorlar. Yetiştikleri zaman konuşan ciddiyetle tek hece söylüyor, ‘Rus?’. ‘İngiliz’ diye yanıtlayınca başka bir şey sormadan kendi yollarına gidiyorlar…” (Sf. 394)
Kitabın birinci cildinde Çerkeslere dair son cümleler bunlar.

İkinci ciltte Çerkesler
1885 kışını Tahran’da geçiren yazar, 1886 Mart’ında tekrar yola koyulur. Ama Afganistan’dan geçiş izni alamaz.
Gerisingeri döner ve Hazar Gölü’nden bir vapurla Bakü’ye geçer. Bakü’den bindiği tren onu Tiflis üstünden Batum’a ulaştırır. Batum’dan bindiği vapurla İstanbul’a gelir ve tekrar deniz yoluyla Süveyş Kanalı üstünden Karaçi’ye geçer.
Hindistan’da tekrar pedal çevirmeye başlar. Delhi, Kalküta, Şanghay derken Çin’i de bitirir. Yine bir vapurla Nagazaki’ye geçer. Japonya’yı da kazan-kepçe misali turladıktan sonra yolculuğuna son noktayı koyar.
Bu inatçı adam, Bakü’den Batum’a giderken Çerkeslerle yine karşılaşır.
Trenle geçtiği yerlerde çamurdan köyler içinde en parlak ve tablo gibi olanların Çerkes köyleri olduğunu söyler.
Tiflis’te izlediği Çerkes dansından büyülendiğini yazar.

Oryantalizmle malul olmak
Kitabın ikinci cildinde Çerkesler birincideki kadar yer tutmaz.
Deyim yerindeyse izlenimlerinin çoğu “Anadolu Çerkesleri”ne dairdir.
İlk izlenimleri, ona başkaları tarafından yüklenmiş önyargılarla maluldür.
Zaman içinde, yol aldıkça, kendisi doğrudan deneyim yaşadıkça, bu önyargıların bir kısmı parçalanır, bir kısmı olduğu gibi kalır.
Aslında kitapta sadece Çerkesler değil, neredeyse bütün Doğu halkları, bu inişli-çıkışlı oryantalist bakıştan nasibini alır.
Bana ilginç ve hazin gelen şey, 20 yıl evvel bu coğrafyaya zorla ve büyük travmalar atlatarak gelmiş bir halkın, komşuları tarafından nasıl algılandığı oldu.
Belki Stevens başka birilerine denk gelse Çerkesler hakkında olumlu şeyler duyabilirdi. Ama onun kitabında okuduğumuz satırlarda bu anlamda bir örnek yok.
Şüphesiz Çerkeslere dair her söyleneni iftira saymak çiğlik olur. Muhtemelen cereyan etmiş bazı hadiseler vardı. Ama bütün bir toplumu kriminalize etmek?
Bugün de süregiden bir toplumsal hastalık…

*Bisiklet yazarı-çizeri

aydan.celik@gmail.com

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz