Erkeklik ve din

0
2083

Memleketimizde kadına yönelik şiddet uygulayan erkeklerin büyük çoğunluğu eşler, nişanlılar, ağabeyler, eski kocalar yani çok büyük bir çoğunlukla “aile içi fert” sıfatına sahip erkeklerden oluşuyor. Ve çok açık ki, bu adamlar ortalığa serilen vahşet görüntülerinden, vahşetin yarattığı tepkiden, özellikle kadınlardan çığlık çığlığa gelen duyarlılık çağrısından falan pek etkilenmiyorlar. Bu adamlar yaptıkları şeyin –yani kadın öldürmenin- bir tür ceza olduğunu ve buna hakları olduğunu söylüyorlar.
Bu adamlar mahkemeye düştükleri zaman da ilginç performanslar sergiliyorlar. Takım elbise-kravat takıp, hâkimden iyi hal indirimi koparmaya çalışıyorlar. Gerekçe olarak da “erkeklik gururumla oynadı”, “namusumu kurtardım” gibi zaten “herkesin kabul etmesi gerektiği” düşünülen bir takım gerekçeler üretiyorlar.
Yani işlediği cinayeti normalleştirip, cezadan kurtulmak istiyorlar, yargı organından af dileniyorlar; yani korkuyorlar aslında… Bütün erkeklik raconlarına rağmen, zavallılıkları sırıtıveriyor aradan.
Tabii bu arada Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk gibi hem kadın hem de otorite gibi görünen bazı şahsiyetler bu adamların eylemlerini görünmez kılacak siyasal demeçler veriyorlar. Bu bakan “Türkiye’nin kadına şiddette dünya ortalamasının altında olduğunu”, “şüpheli ölümlerin kadın cinayeti gibi yansıtıldığını” söyleyerek, katil (ve korkak) erkeklerin kendilerini saklayabilmelerine imkân sağlayacak bir gerekçe daha üretiyor.
Erkek maskeli Bakan, aslında bizi bilgilendirmiyor; inandırıldığı ve inandığı için, “ait olmaktan” ötürü inandığı için, bize de inanmamız için hazırlanmış bir “bilgi” sunuyor. Evet, tabii, her zaman her yerde bizim memlekettekine kıyasla daha kötü olan istatistikler bulunabilir. Ama mesele karşılaştırmak değil ki… Bu memlekette “kadınlar öldürülüyorlar”! Daha az veya daha çok olması önemli değil ki! Bu memlekette kadınlar “kadın oldukları için” öldürülüyorlar!

Bir inanç olarak erkeklik
Bakan ve Bakanın bakamadığı erkekler aslında bir şeye inanıyorlar. Bakan ait olduğu yere uygun, kendisine verilen rakamlar vasıtasıyla erkek egemenliğinin önemli olmadığına “inanıyor”. Çünkü o ayrıca “aile bakanı”; ailenin “kutsal” olduğuna inanıyor… “Güzel bir şey” olabileceğine değil, “kutsal” olduğuna inanıyor. Ailenin “cehennem” de olabileceğini görmek istemiyor. Çünkü katil erkeklerin çoğu “aile içinden” yani “cehenneme dönmüş” ailelerden… Yani bu adamların cinayetleri “ailenin kutsallığını” sorgulama riski taşıdığı için, ataerkil kurgunun ve ona duyulan inancın sorgulanmaması için, ait olduğu inanç dünyasının ürettiği bilgiyi kullanmakla ve bu bilginin tebliğini yapmakla yetiniyor.
Katil erkekler de “öldürme” eylemlerinin inandıkları düzenin “normali” olduğuna inanıyorlar. Öldürmenin binyıllardır, ne kadar büyük bir günah olarak kabul edildiği gibi bilgileri pas geçiyorlar. Öldürmenin, cezalandırmanın, kurban etmenin normallikler dünyasında erkek olarak kadınlar üzerinde tasarruf hakkına sahip olduklarına inanıyorlar. Kadınların nasıl giyineceklerine, erkeklere hayır diyemeyeceklerine, yemeği yakmamaları gerektiğine “inanıyorlar”. Ait oldukları erkeklik cemaatinin “ayetlerine” inanıyorlar.
Erkek egemenliği ve bunun türevi olarak kadına uygulanan şiddet adeta bir din gibi; bir inanç… Kadına baskı kurmayan erkekleri, kadını dövmeyen erkekleri adeta günahkâr gibi gören bir din…
Tüm insanlar tarih içinde kurdukları her türlü ilişkiye (siyaset, cinsiyet vb.) aslında din gibi inanıyorlar. Din için yaptıkları tapınaklar vasıtasıyla dine inandıkları için, siyasette partilerine ve liderlerine de “kutsal kurumlara / kutsal insanlara inanır gibi” inanıyorlar.
Cinsiyet meselesinde de din gibi inanıyorlar. Kadın erkek ilişkisini kilise, imam ya da belediye başkanı vasıtasıyla kurumlaştırarak kutsallaştırıyorlar. Dolayısıyla, bu kadar “kutsal” bir damga ile ilişki kurulduğu zaman, bu ilişki halinde öngörülmeyen her durum “günah” gibi yaşanıyor. Cemaat haline gelmiş ve bireylerinin hata yapmasına tahammül edemeyen erkekler, dinselleşmiş cemaatlerini korumak, aidiyetlerini korumak, günahkâr konuma düşmemek için, günah olarak gördüklerine karşı “kutsal savaşlar” açıyorlar.
Yani katil erkekler (ya da o katilleri besleyen erkeklik hali), kadınlarla ilişkilerini savaş gibi görüyorlar: “ya ben ya kara toprak!” minvalinden…
Bu erkekler kadının kalbinden geçenlere, yani göremediklerine inanmıyorlar. Onlar için mutluluk, hüzün, hüsran, özgürlük gibi duygular, insanların kendi geleceklerine dair hayaller görünmez şeyler olduğu için, “inanılır” şeyler değiller. Onlar ancak görünür şeyler vasıtasıyla inanıyorlar. Evde sürekli oturulan koltuk, TV kumandasının kimde olduğu, iyi pişmiş ya da yanmış, tuzu normal ya da çok kaçmış yemek, çıkma teklifini reddeden, şort giymiş ya da kapalı giyinmiş genç kız… Bu şeyler vasıtasıyla hem kendi dinlerini hem de başkalarının (“öldürülecek kötü kadının”) dinini tanımlıyorlar.
Erkekler için cemaati korumak çok önemli, çünkü ait oldukları erkeklik dini onlara bu konuda her gün tonlarca “ayet” gönderiyor. “Kadın dediğin evde oturur; kadın dediğin erkeğinin önünde konuşmaz” gibi… Bu ayetimsi önermelerin iler tutar tarafı da olmak zorunda değildir. Bu erkeklik cemaatinin gözetleyicileri, peygamberleri, havarileri ya da her neyse, her duruma uygun kutsal sözleri her gerektiği zaman getirirler. Mesela İstanbul Sözleşmesi”nin “aslında eşcinsellik propagandası” yaptığını, yani aslında kadına şiddetin “gayet normal ve kutsal” olduğunu vazedebilirler.
Her yönden, toplumdaki başka anlam alanlarından ve dairelerinden de beslenen, yani siyasetin ve devletin dili şiddet dışı konuşmayı beceremediği için, “din gibi” yaşanan ataerkillik de, “erkeğe karşı gelecek” kadını ya da ona karşı mücadele edenleri de her zaman dindışı ve günahkâr olarak görür ve şiddete başvurur. Kendi dinini tek normallik, tek doğruluk olarak gören otorite sahipleri gibi…

Görülmeyene görünen vasıtasıyla inanmak
Aslında soyut bir fikre, duyguya, düşünceye inanmak zaten çok zor bir faaliyet… Böylesine bir faaliyet çok ciddi bir duygusal ve zihinsel bir yatırım ve sabır gerektiriyor. Hele zamanımızda giderek daha da hızlanan hayatın ritmi altında, derin tasavvufi istihareye yatacak insan türünü görmek pek de kolay değil. Geçmişte de, fakat bugün daha da çok olmak üzere, insanlar görmedikleri şeylere çok kolay inanamıyorlar. Görmeden inandıklarını söyledikleri “Tanrı / Allah / Manitu…” fikirlerine bile ancak görünür şeyler (tapınaklar, işaretler, semboller) vasıtasıyla inanıyorlar.
Mesela son yıllarda memleketimizde “inanmamız” için gereken faaliyetlere bakarsak, ne kadar çok inandırıcı performans sergilendiğini de görebiliriz. Erdoğan’ın şahsında temsil olan rejim ayakta durmak için sürekli popülist yöntemler uygulamak zorunda. Otoriter devlet, toplumdan gelen dönüşüm talepleri karşısında tüm kitleleri etkileyebilecek büyük görsel ve heyecan uyandıracak “olaylar” organize etmeye çalışıyor. Totaliter yapılarda sıkça rastladığımız türden, dinsel, milliyetçi seremoniler, dinsel-seküler tapınma ritüelleri geliştiriyor. Hukukun ve ortalama ahlakın derin bir erozyona uğradığı, COVID- 19’un da eklenmesiyle güvensizliğin had safhaya ulaştığı bir toplumda, “ulusal çıkarlar”, “milli-yerli değerler” adına, kutsallaştırılmış (görünür) bir lider etrafında rejim kendini yeniden üretmeye çalışıyor.
Aslında “inanmak” bilmek demek değildir. İnanmada ispat yoktur. Sadece “öyle olduğuna” inanırsınız. Ama inanmak gene de sadece “havada” ya da insanın ruhunda olan bir eylem değil; insanlar görmedikleri şeye inanmıyorlar. Kendileri ve inanılacak olan (“ulvi olan”) arasına “görülen” bir unsur katılıyor. En ulvi olan kerteyi gören olmasa bile, o ulvi kerte ile ilişkili olan bazı unsurlar mesela cinler, periler “görünür” olabilir… Ya da onları gören ve bize aktaracak birileri olabilir… Fakat en ulvi kertenin “inanılmazlığı”, insan aklının alamayacağı kadar “yüceliği” söz konusudur. Bu yücelik, sıradan insanlar tarafından (tanrı olamayacakları için) somut olarak bilinemez. İnsanlar, bilmedikleri için, bilinebilir somut şeylere tapıyorlar. Katedral, cami, heykel, put, führer, reis, bayrak gibi…
Mesela Ayasofya’nın anlamı da burada anlaşılabilir… Ayasofya, başka bir dinin tapınağı olmuş, dünya kültür mirası içinde çok zengin bir anlama sahip olan ama bu anlamı sıradan ve yüzeysel bir bakışa sunmayan bir değerdir. Ya da işin en derininden bakacak olursak, Allah’a ya da başka isme sahip bir ulvi kerteye inanmak için şu veya bu ölçülere, renge sahip bir bina şart değildir. Ama işte gene böyle elle tutulur bir şey (sembol, ritüel, andımız, bayrak, herhangi bir ideolojinin ikonografisi…) olmadan inanmak zordur. Ancak, o tapınak somut işaretleriyle “bizim tapınağımız” haline gelirse, bir anda inanmanın kendisi gerçekleşmiş olur. Aslında bu yüzden özellikle Ayasofya gibi insan elinden çıkma büyük eserler (Azteklerin ya da Mısırlıların piramitleri…) “büyük inanma eylemlerinin” gerçek olmasını sağlarlar. Aslında söz konusu olan şey “tanrıdan” ziyade, tapınağa tapmaktır… Çünkü tapınağın kendisi başlı başına bir kutsallıktır.

İnanmak değil, inandırmak
Türkiye siyasetinden örneklendirerek devam edersek, geçmişte AKP hükümetinin yaptığı en anlamlı ve başarılı çalışmanın medya alanında olduğu ve bunun önemi bugün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü insanların inanabilecekleri bilgiler, görüntüler, işaretler ve semboller medya vasıtasıyla sunulabilirse, “inanmak” çok daha kolay olabilirdi ve bu sayede bütün medya organlarının olabildiğince satın alınarak ortak bir havuzda toplanmasıyla, rejime mutlak olarak inanacak bir kitle oluşturulmuş oldu. Bu kitle bugün alternatif bilgiye ulaşamıyor. Tesadüfen önüne gelse de bu bilgilere inanmıyor. Bugün görünürde AKP, MHP ve devletin ulusalcı kanadından oluşan koalisyonun en önemli silahlarından biri medya… Medya sayesinde kitleler için en uygun “hakikat” yazılıyor. Olmayan olaylar olmuş, olan olaylar olmamış gibi gösteriliyor. Yani kitle kontrolü ve manipülasyon mükemmel bir şekilde işliyor; giderek artık çok kolay olmasa da, en azından toplumun yarısına yakını için işliyor. Bu yüzden, tam olarak kontrol edilemeyen sosyal medya rejim için hayati bir anlam taşıyor ve tam olarak kontrol edilmeye çalışılıyor.
İnsanlar bilinmeyen şeyler karşısında endişe taşıyorlar, korkuyorlar; bilmiyorlar ama vesilelerle ve vasıtalarla inanıyorlar. İşaretler vasıtasıyla inanıyorlar. İşaretler kaybolduğu zaman, riske girdiği zaman her türlü şiddete de başvurabiliyorlar. İnsanların din adına verdikleri savaşlar ya da erkeklik adına verdikleri savaşlar (ve belki daha pek çok alanda) ve başvurdukları şiddet, varolan dengelerin sarsıldığını ve bu yüzden ait olduklarını düşündükleri cemaatlerin sarsılmasına dair inanılmaz korkular yaşadıklarını gösteriyor.

Önceki İçerikMüslümanız diye diye Türk olmak!
Sonraki İçerikUluslararası Hrant Dink Ödülü Kavala ve Hassan’a verildi
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz