Annesi Hunca (Ubıh), babası Jade (Şapsığ) olan bir Çerkes Ayşe Berin Ertürk… Tam 20 yıldır ekolojik tarım ile uğraşıyor. Tüm dünyada ve ülkemizde organik tüketime olan ilgi hayli çoğalmışken içinde bulunduğumuz COVID-19 süreci de bu tüketim farkındalığını artırıyor demek mümkün. Berin Hanım bu farkındalığa çok yıllar önce erişmiş ve Jade Çiftliği’ni de bu farkındalık ile faaliyete geçirmiş bir isim.
Sakarya’nın Maksudiye Köyü’nde Berin Hanım’ı ziyaret ederek Mine Yalçın çekimleri eşliğinde kendisinden Jade Çiftliği’ni dinledik.
-Nasıl oluştu köye yerleşme fikri?
-Bu köydenim diyeceğim ama ne kadar doğru olacak? Köklerim bu köyde diyeyim; dedemin köyü burası. İşin hoş tarafı, ben burayı çok az tanıyordum. Bir kere çocukken geldim, arada çok nadir geldim bu köye. Yani köyü tanımıyordum ama biliyorduk tabii burada yerimiz olduğunu, akrabalarımız olduğunu. Sonra da gelip yerleştim…
“Tarım uzaktan olmuyor, bizzat toprakta olmanız lazım”
-Aileniz köye yerleşme fikrinizi nasıl karşıladı?
-Dedem çiftçiydi ama babam şehir insanıydı. Hoş, köyü çok severdi, çok sık gelirdi. Hiçbir zaman bağı kopmadı Maksudiye ile. Bizim de hep dolaylı olarak köyümüz oldu Maksudiye diyebilirim. Çünkü hakikaten çok az geldim daha önce köye. Dedem öldükten sonra babam burayı ortakçılar ile yürütmeye çalıştı uzun süre. Sonra birini tutup kendisi uzaktan yönetmeye çalıştı. Tabii tarım uzaktan olmuyor. Yani bizzat toprakta olmanız, elinizin üstünde olması lazım. Ben de emekli olmuştum, aslında gönlümde hep böyle toprakla uğraşmak yatıyordu. Çok da şaşırtıcı oldu, babama teklif etmemle birlikte “Olur” dedi. Daha cümlemi tamamlamadan. Onun için şaşırdım; çünkü itiraz edecek, “Sen ne anlarsın” falan diyecek diye bekliyordum. Bu fikrimden kuzenime söz ediyordum, o biraz babama kopya vermiş. Tabii o da bekliyormuş benim konuşmamı. Hemen kabul etti, öyle başladım.
-Anneniz de babanız da Çerkes. Bu köy hayatını tercih ederken Çerkesliğinizin bir etkisi oldu mu?
-Ben çok asimile olmuş Çerkeslerdenim açıkçası. Ama bu çok garip bir şey, benim gençlik dönemimde pek bu muhabbet yoktu ortada. Ben Çerkesim, ben Kürdüm, ben buyum denilmezdi. Hiç kimse birbirine sormazdı ama o kültürün bazı kalıntıları var, biz birbirimizi tanıyoruz, bir türlü yaklaşmışız. Zaten çok ilginç bir şey oldu; bir arkadaşım Çerkesler ile ilgili bir belgesel hazırlamıştı, çok eski bir arkadaşım. Ben de merakla gittim tabii filmi izlemeye. Aa! Aa! Aa! Böyle bir alay tanıdık. Filmi yapan da kendisi bir tek Çerkes değil. “Ya benim bütün arkadaşlarım meğer Çerkesmiş” filan dedim.
Yani Çerkeslik nedir? Biraz iliklerinize işliyor galiba belli şeyler. Tabii çok âdetleri filan yaşamadık ama bazı ölçüler bence çok genelgeçer. Ne kadar asimile olursa olsun her Çerkes çocuğu “haynape” nedir bilir mesela. Başka tek kelime bilmese de onu bilir. Başkalarına saygı göstermek mesela… Hiç Çerkes olduğunun farkında bile değilse de o minimum saygı bir ortak nokta. Bir de büyüklere, anne-babaya karşı tavır çok fark ediyor. Ben bu yaşa geldim, hâlâ bir çocuk annesine “Anne bee!” diye bağırdığı anda bütün tüylerim diken diken oluyor. Bu gençken de böyleydi, çocukken de böyleydi. Yani hiç kimse “Hıııı” demedi (kızgınlık ifade ediyor) ama onu yaşıyorsun işte aile ilişkilerinde ve o yer ediyor sende. Başka türlüsünü kabul edemez oluyorsun.
-Emekli oldum demiştiniz, mesleğiniz neydi?
Dünya Gazetesi’nde çok uzun yıllar çalıştım. Dünya şirketlerinde daha doğrusu, grupta çalıştım. Esas iletişim mezunuyum. Gazetecilik ile başladım, online gazetecilik ile bitirdim diyeyim ama arada pek gazetecilik yapmadım.
“Jade, sebze ve meyve karışık olarak 20 yıldır ekolojik üretim yapılan bir çiftlik”
-Çiftlikte gün nasıl başlıyor?
-Âdet olduğu üzere sabah gün doğarken falan iş yapılmıyor burada. Çünkü bizim bu bölgede sabah çiyi var. Yani sabah çok erken saatlerde pek girilmiyor toprağa. Girerseniz bitkiye de toprağa da zarar verirsiniz. Ekibimiz saat 08.00’de geliyor. Önce kahvaltı ediliyor, sonra başlıyoruz çalışmaya. Yani memur gibi 09.00’da başlıyoruz.
-Kaç çalışanı var çiftliğin?
-Ekibimiz toplamda 8 kişi. İki kişi bu köydeniz, çoğu Küçüksöğütlü’den geliyor. Bir arkadaşımız da Sapanca’dan geliyor.
-TaTuTa oluşumu ile de bir bağlantınız var sanırım…
-Aslında WWOOF yani ekolojik çiftliklerde gönüllü çalışma diye uluslararası bir kuruluş var. Onun Türkiye ayağı TaTuTa diye adlandırılan. Çeşitli ülkelerden özellikle gençlerin çalışmak, tanımak amacıyla çiftliklerde gönüllü olarak kalması, çalışması gibi bir organizasyon. Evet, o kanaldan gönüllü alıyoruz.
-Jade Çiftliği’nde nasıl bir üretim var?
-Burası ben başladığımda meyve bahçesiydi ve sadece üç çeşit meyveden ibaret bir bahçeydi. Şu anda sebze ağırlıklı üretim var, diyebilirim. Ağaçlarımız da var, biraz tarlalarımız var. Buğdayımız, yoncamız var. Sebze ve meyve karışık olarak 20 yıldır ekolojik üretim yapılan bir çiftlik.
Buranın 2002 yılından beri organik sertifikası var ama ben kendimi organik çiftçi olarak ya da burasını organik çiftlik olarak tanımlamıyorum. Çünkü çok karşı olduğum şeyler de organik adı altında tanınabiliyor. Biraz daha farklılığımızı koymak için ekolojik demeyi tercih ediyoruz. Hiç kimyasal kullanmadan tamamıyla doğal yöntemlerle, doğaya zarar vermemeye çalışarak, çok çeşitliliği yok etmemeye çalışarak sürdürdüğümüz bir tarımsal faaliyet.
-Yetiştirilen ürünler tüketiciye nasıl ulaşıyor?
-Biz bir süre bir pazara gittik ama sonra doğrudan doğruya tüketiciye yollamaya başladık. Son üç yıldır da bu bölgedeki küçük üreticiler ile Sakarya Küçük Üretici Dayanışma Ağı’nı (SAKÜDA) oluşturduk. Şu anda ortak haftalık ürün listesi çıkarıyoruz ve doğrudan tüketiciye yöneldik. İstanbul ve Sakarya’da dağıtım noktalarımız var. Bu dostlarımız gönüllülük bazında destek için giriştiler bu işe. Onun dışında “müşteri değil” ailemiz, destekçimiz gördüğümüz kalabalık bir grubumuz var. Onlara her hafta ürün listesi yolluyoruz, istediklerini bildiriyorlar. Biz de çok uzakta olan, dağıtım yerlerine ters noktalarda kalanlara kargoyla ama büyük çoğunluğunu dağıtım noktaları aracılığıyla doğrudan tüketiciye, ailelere ulaştırıyoruz.
“Sorunların büyük bir kısmı yediklerimizden kaynaklanıyor, yemememiz gerekenlerden!”
-Peki ilgi ne durumda? Ekolojik tarım talep görüyor mu?
-Ben başlayalı 20 yıl oldu, o zamanlar adı bile yoktu, diyeyim. Yani bir ayrım yoktu ama bu süre içinde hastalıklar, sağlık sorunları gerçekten pik yaptı. İşte maalesef biraz başımıza gelince öneminin farkına varıyoruz. Şimdi giderek artan bir ilgi var doğru gıdaya, zehirsiz gıdaya, çünkü gerçekten sorunların büyük bir kısmı yediklerimizden kaynaklanıyor, yemememiz gerekenlerden! Bugün gıda diye yediğimiz şeyler hakikaten… Ben yiyemiyorum artık. Bilince kesinlikle yiyemiyorsun yani. Yenmemesi de gerekiyor bence. Dolayısıyla mutlaka ekolojik tarım yöntemleri gelişecek, bunun pazarı da büyüyecek, büyümekte zaten. Hele bu pandemiden sonra çok ciddi bir patlayış yaşadık, talep çok arttı. Çünkü sağlık sorunları ön plana çıkınca insanlar biraz derdine düşüyor sanırım. Bu şekilde ilerliyor, gelecek iyi diyorum. Gençlerin de daha fazla bu işe yönelmesini diliyorum. Çok yönelen de var aslında Türkiye’nin her tarafında.
“Burası Türkiyeyi doyurur diyeyim, yani o kadar verimli bir ova ama iyi kullanılmıyor”
-Yaşadığınız bölgede yaptığınız işi zorlaştıran koşullar oluyor mu?
-Bu civarda pek çok yeni fabrika filan açıldı. Tabii dağın hemen arkasının sanayi bölgesi olması da çok büyük bir yanlış. Akova dünyanın sayılı verimli ovalarından biri. Maalesef çok zarar verildi bu ovaya. Bir yandan sanayi yatırımları yapıldı. Şimdi burası sözüm ona tarım ile ilgili, gıda sanayii filan gibi ama korkunç bir pislik… Bazen akşam saatlerinde kokusu buraya kadar geliyor. Korkunç bir şey yani, çok kötü! Bunların yapılmaması, buranın temiz tutulması lazımdı ama sadece sanayiyi suçlayamayacağım bu ovanın kötü kullanımından. Maalesef çok yoğun kimyasal kullanılıyor. Kimyasal gübreler kullanılıyor. Bu güzel topraklarda tuzluluk oranı çok yükselmiş vaziyette. Yani mahvediyoruz, endüstriyel tarımla ve bizzat diğer endüstri kollarıyla.. Burası Türkiye’yi doyurur diyeyim, yani o kadar verimli bir ova ama iyi kullanılmıyor. Tedbir alınmazsa da çok yakında artık hiçbir işe yaramaz olacak bu gidişle.
-Gerçekten çok zor bir iş yapıyorsunuz. Hiç vazgeçmeyi düşündürecek kadar zorlandığınız bir nokta oldu mu?
Yok, o raddeye gelmedi. Tabii ki çok zor, hele iklim koşulları çok zorlayıcı son zamanlarda. Genel olarak zaten ekolojik ürünler zor bir konu. Her şeyde kendi çabanız gerekiyor. Dolayısıyla kolay değil. Zor ama ben inatçı biriyim galiba…
“3K’dan kaçınıyoruz; kalabalıklar, kapalı mekânlar, kısa mesafe”
-Pandemi sürecinde çiftlikte nasıl önlemler aldınız, süreç sizi çok etkiledi mi?
Biz çok iyi idare ettik pandemiyi. Çünkü ortaya çıktığında zaten hep bir aradaydık burada, bir grup insan. Herkes tembihli; evine, evinden buraya. Başka bir yere gitmek yok. Çünkü sadece kendini değil bütün bu grubu tehlikeye atacak. Onu da sağ olsun kızlar çok titizlikle uyguladılar. Onun için fire vermeden bugüne kadar idare ettik. 3K’dan kaçınıyoruz; kalabalıklar, kapalı mekânlar, kısa mesafe… Yani normal hayatımızı sürdüreceğiz, ben sürdürüyorum. Çıkıp sokaklarda dolaşmıyorum ama bir işim olduğu zaman gidip yapabiliyorum. Sadece dikkat edeceksin, kapalı yerler çok önemli.
-Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz. Sizinle tanıştığımız için gerçekten çok mutlu olduk…