Kibrin gündelik ve duygusal hali

0
1178

Kibir tüm zamanların en büyük günahlarından biri… Bütün dinler lanetlemiş; faziletin tevazuda olduğu binlerce kez dile getirilmiş… Tevazu sahibi insanlar her zaman örnek gösterilmiş… Tarihte, kan dökmeden ya da korku ve totaliter propagandaya başvurmadan yöneten ve halklarının neredeyse tamamı tarafından gerçekten sevilen, iyi hatırlanan yöneticiler ve peygamberlerin hepsine atfedilen özellik hep tevazu olmuş…

Yani “kibirli olma!” dersine binlerce referans verilmiş ve veriliyor olmasına rağmen, içinde bulunduğumuz zaman ve özellikle coğrafyada sanki asla engellenemeyen bir kibir, tepeden tırnağa toplumların içinden geçiyor.

Modern toplumlar tabii ki bol miktarda kibirli adamlar üretti… Ama modern toplumun kendisi, modernleşme ideolojisinin kendisi kibirliydi ve bu ideoloji asimile edemediği, kültürel hiyerarşide dipte bıraktığı insanlar üzerinde derin bir eziklik bıraktı.

Şimdi sanki geçmişin mağlupları, ezikleri, “rasyonel” görünümlü modernliğin üretmiş olduğu kibirli elbiseyi ya da bizzat kibrin elbisesini korkunç bir iştahla üstlerine geçirmek için yarışıyorlar. Modernliğin “azgelişmişlik” kategorisine layık gördüğü halin içinden yeni güçler devşirerek sıyrılan insanlar modernliğin kibrini aratmayan duygu haliyle, modernliğin yarattığı üstünlük duygusuna öykünerek yeni bir tahakküm savaşı veriyorlar. İrili ufaklı… Toplumların en tepesinden başlayarak ve aşağılara doğru bir tür model oluşturarak…

Kibrin azgelişmişliği

Ancak ilginç bir sonuç ortaya çıkıyor. Bütün öykünmeye rağmen, kibirle var olmaya çalışan bu kesimler kişisel olarak derin bir “azgelişmişlik” manzarası sunuyorlar. Modernliğin şart koştuğu, olmazsa ayıp saydığı bir takım asgari unsurlara ibadet eder gibi bağlanmalarına rağmen, bütün davranışlarına sinmiş bir az gelişmişlik sırıtıyor. Bunların hepsinde takım elbise, kravat, kendilerine mahsus çalışma ofisi, ofiste avizeler, kıymetli halılar, makam araçları, kendilerine “başkanım”, “müdürüm”, “şefim” gibi sıfatlarla hitabeden “emir altı” insanlar olmasına rağmen, kendilerini “önemli insan” gibi hissedecek bir sürü cila olmasına rağmen, bir türlü tatmin olamıyorlar.

“Önemli şahsiyet” olma arzularını adeta bağırarak dile getiriyorlar. Makam odaları ya da makam araçları etrafında onlara sürekli “maaş gereği”, “evet efendim, sepet efendim” diyen emir kullarının dışındaki insanlar onlara gereken ihtimamı göstermezlerse, çöküntü yaşıyorlar; üzerlerine tam olarak oturup oturmadığından bir türlü emin olamadıkları “iktidar” pozisyonu onları sürekli güvensiz kılıyor. Bir türlü içselleştiremedikleri görevleri olduğu için, sadece daha kuvvetli birisinin ittirmesiyle ya da ideolojik hegemonyayı tamamlamak üzere “bizim adamımız” kontenjanından makamlarına oturdukları için hep kırılgan bir durumdalar. O makamlara ve o makamların içeriğine, işlevine bir türlü denk gelemedikleri için, o makamlarda yeni bir şey üretemedikleri için, sadece kendilerine bir üst makamdan verilen emirleri yerine getirdikleri için kendilerini hep eksik hissediyorlar. Ya da güvenli alanların dışına her çıkışlarında korkunç bir “tanınmama” riskiyle karşı karşıya kalıyorlar. Kendilerini güvensiz hissetmelerine sebep olacak, otoritelerini sarsacak alternatif durum ve insanlara korkunç bir öfke duyuyorlar, onları gördükleri anda elleri ayakları karışıyor; onların görünmez olmasını, yok olmasını istiyorlar.

Çok acıklı bir duygu hali bu… Çok derin bir tanınma ihtiyacı içindeler ve kendilerinden o kadar emin değiller ki, kendilerine karşı o kadar güvensizler ki, (onlar için ne yazık ki) onların dış görünüşlerindeki otoriteyi görmeyen ya da takmayan insanlar karşısında bütün “azgelişmişlikleri” ortaya çıkıveriyor.

Saraylar yaptırıp, altın kaplamalar, tahtlar, varaklarla süsleyip, itibar, iletişim ve pazarlamada iskonto yapmayan büyük ve güçlü ağabeylerden bahsetmiyorum. Koca koca malikâneler yaptırıp, havuzlarla süsleyip, havuzun kenarına süs eşyası olarak kadınları; kapıya da en lüks arabalardan oluşan koleksiyonlarını dizen bir alt kategori ağabeylerden de bahsetmiyorum. Ama tepelerdeki o hacimli azgelişmişlik hallerinin rol model olduğu daha küçük ölçekli kibir hallerine bakmanın yeterli olduğunu düşünüyorum.

Bir zamanlar bir belediye başkanının “daha itibarlı” olmak ve daha çok önemli bir adam gibi görünmek için “Passat yerine ille de Audi isterim” diye tutturması bu azgelişmişliğe örnek verilebilir. Bir türlü içselleşemeyen değerler ve görevlere karşılık aradan sırıtan kibir yani olmayan önemi şişirme gayreti…

Geçtiğimiz aylarda, bir vali, şehrinin sokaklarını, maiyetindeki kravatlı ve vücutlarını hafif yana eğerek, her an gelecek talimatı duymaya hazır, canı gönülden dinleme pozisyonundaki ya da “söz dinlemeye hazır” elemanlarıyla teftiş ederken bu halin başka bir versiyonunu görmüştük. Vali, göreli olarak mütevazı bedenine giydirdiği heybetli hal sayesinde “Sosyal mesafeyi ayarlayın, sosyal mesafeyi ayarlayın! Düzeltin! Herkes hadii!” diyerek muhteşem bir ayar veriyordu. Yürüyüşündeki kibir onu olduğundan daha büyük gösteriyor ve muhtemelen çok ihtiyaç duyduğu tanınma duygusunu tatmin ediyordu. Ve şehrin en önemli insanı olarak herkese emir vermekten, korkutmaktan, herkesi hizaya sokmaktan ötürü muhtemelen çok mutluydu ve kendisini dışarıdan gördüğü haliyle çok beğeniyordu…
Geçtiğimiz günlerde gene başka bir vali de kendisine yüz vermeyen bir esnafa küserek bu azgelişmiş kibir haline bir başka örnek sundu. Vali, kendisini tanımayıp işine devam eden dönerciye öfkelenip işletmesini kapattırmış. Çok anlaşılır bir durum… Bir an için hayal edin; valisiniz ve makamınız ve ünvanınızla çok önemli bir konumda olduğunuzu düşünüyorsunuz. Hayat veren annelerden, hayat kurtaran doktorlardan, sürekli şiddete başvuran kocalara rağmen evlere temizliğe gidip, saatlerce çalışıp ailesini kıt kanaat geçindirmeye çalışan, çocuklarını okutmaya çalışan kadınlardan, dağ başındaki köylerde, türlü imkânsızlıklara rağmen, çocuklara okuma zevki aşılamak için canını dişine takan öğretmenlerden daha önemli olduğunuzu zannediyorsunuz. Çünkü size ve fani insanlara hep o makamın önemli olduğu söylenmiş. Siz “sıradan fani” olmamak için, teveccüh gösterilip, size verilen bu görevi kabul etmişsiniz. Bu sayede tanınma, saygı görme beklentiniz tavan yapmış. Resmi bayramlarda protokollerde hep en ön sırada yer almışsınız, makam şoförünüzün kullandığı aracınızla çakar lambalarınız ve sirenlerinizle emniyet şeridinden hiç sorunsuz hep geçmişsiniz.

Çok önemlisiniz yani… İşte “bir dönerci parçası” sizi tanımaz ya da tanıyıp da tanımazlıktan geldiyse sizin için yıkım olabilir. Bu derin iç yarayı sağaltmak için acilen görevinizin kapsama alanı içinde olduğunu düşündüğünüz eylemleri devreye sokarsınız. En azından dış görünüşünüzle, beden hareketleriyle, sözünüzle dönerciyi yenmek üzere harekete geçersiniz.

Tevazu sizin ruhunuza ve kalıbınıza uygun değildir. Giydiğiniz kibir elbisesinin kullanım kılavuzunda “devlete duyulması gereken saygıyı” tesis etmek gibi bir madde olsa da, bu “yenme” ile, devlet sizin kalıbınızda saygı duyulan bir devlet değil ancak korkulan bir devlet olur.

Kibrin kardeşi olarak “tanımama”

Bu kibirli halin bir başka tezahürü de “tanımamak”tır. Yani canhıraş bir şekilde “tanınmak” isteyen ruhlar, dinlemeyerek, duymayarak, görmeyerek yani “tanımayarak” kendi merkezi konumlarını, önemlerini arttırdıklarını düşünürler. Mesela COVID ortalığı kasıp kavururken, bütün önemli kurumların seferber olması gerekirken, yani güçlü bir dayanışma elzem ve acil iken, İstanbul gibi koskoca bir megapolün belediye başkanını çağırmadan “COVID’e karşı toplantı” yapmak bizzat kibir halinin mükemmel bir örneğidir. Düşmanınızın önem kazanmaması COVID’den bile önemlidir. Eğer salgına karşı adım atılacaksa, bunu kibir sahibi insan ve otoriteler yapacak ve milyonlarca oy alarak bir temsiliyet sahibi olan “düşmanınızın” puan kazanmasının önüne geçilecektir.

Yani yaptığınız iş ve deva olmaya çalıştığınız mesele önemli değildir. Hadi daha hafifleterek söyleyelim; düşmanınız kadar önemli değildir. Burada önemli olan otorite ve otoriteyi temsil eden makamdır. Düşmanınızı görmezden gelmek azgelişmiş bir kibrin tezahürü olmaktan başka bir şey değildir.

Bir “azgelişmişlik” emaresi olan bu kibrin aslında çok genel bir altyapısı var. Herkese sosyalize olmuş ve sirayet etmiş olan “alternatifsiz” ve şablonlardan oluşan düşünme biçimleri valileri ve çeşitli bürokratları, politikacıları, polisleri, üniversite hocalarını, hakimleri, çok para sahibi kapitalistleri, muhtarları, bekçileri ve daha pek çok insan ve meslek türünü kuşatabiliyor. Bu altyapıda sanayi toplumunun mantığının ve bu yapıya itaatkâr insanlar yetiştirmek üzere çok önemli bir işleve sahip eğitimin çok büyük bir rolü var. Bu eğitim tabii ki çok başarılı oldu; küresel ölçekte tek tip insanlar üretti.

Ancak bizim travmadan travmaya var olmak için savaşan insanların yaşadığı memleketimizde bu sosyalizasyon ve eğitim de çok daha başarılı oldu. O kadar başarılı oldu ki, bütün dünyada o tek tip eğitimi sorgulama ve alternatif arayışlar boy gösterirken, bizimki taş gibi yerinde sayıyor. Sorgulamak ne kelime, yanlışlıkla sıradan azıcık çıkanın tepesine anında iniliyor. Bir zamanlar fabrikada, bant sisteminde sadece işini yapacak uysal adamları yetiştiren, kilisenin yerine geçen hazırolcu okul ve eğitimle Türk ve Müslüman devletimiz, onun bürokratları, siyasetçileri, danışman görünümlü akademisyenleri, sivil toplum görünümlü hazır kuvvet elemanları, hepsi birlikte bir hizada, verilecek emirleri dinleyip, daha aşağıda ve arka sıralarda olanlara tekrar tekrar kibir üreterek, aktarım yapmayı marifet sanıyorlar. Kendilerine verilen tek tip bilgi kırıntılarını, kendilerininmiş gibi yüksek perdeden satıyorlar.

Bu yüzden oturdukları makamda tevazu içinde başka türlü bir varoluş düşünemiyorlar. Referans dünyaları çünkü kibirli… Hep kibirle ders vermiş olan bir egemen ideolojinin altında bu kibirli insanlar da başka bir varoluş bilmiyorlar. Önemli olmayı ancak önemliymiş gibi davranarak gerçekleştirebildiklerini zannediyorlar.

Bu sayede, makamlarıyla ve gündelik performanslarında, etraflarındaki “hazırol” insanlarıyla, kendi ürettikleri duyguları tatmin ediyorlar.

Ve son olarak bir not düşelim: kibir elbisesi bizim memlekette daha bariz ise de, “bağımsız, yerli ve milli” lafını eden bütün dünya aktörleri benzer bir ruh hali içindeler. Doğu’dan Batı’ya modernitenin ürettiği bütün liderler ve onları alttan besleyen lidercikler, aynı yeni kapitalizmin ürünleri…

Yani küresel kapitalizm bütün bu kifayetsiz, alternatif üretmekte yetersiz, üstelik kibirli ve de muhteris aktörler sayesinde yepyeni bir nefes buluyor. Onlar sayesinde hem düşmanlarını azaltıyor hem de gücüne güç katıyor.

Önceki İçerikSon 50 yılda 11 binden fazla doğal afet
Sonraki İçerikGerçeklik algısı
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz