Tsey Rengin Yurdakul’la Sohbet – Şubat 2021

1
954

– Muhtemelen siz gerek görmeyeceksiniz ama bize biraz kendinizden bahsetseniz. Rengin Yurdakul’u çoğumuz tanıyoruz ama sizi kendi sözcüklerinizden dinlemek hepimize ve özellikle de gençlerimize iyi gelecektir.

-1950 yılında İstanbul Cankurtaran semtinde dünyaya geldim.

Abzehim ve sülale adım Tsey.

Babam Hasan Basri Yurdakul (Gönen-Ayvalıdere) Abzeh – Tsey, annem Şahide Yurdakul (Bandırma-Yenisığırcı) Kabardey – Kodz – Kodzoka sülalesinden. Babamın babaannesi Ayşet 1851, Kafkasya doğumlu, annemin babası Kodz İbni-Mesut 1897, Kafkasya doğumlu.

Baba dedem Hafız Recep İstanbul’ a ilk gelişinde Ayasofya medresesinde hocalık yapmış. Medrese kapanınca tekrar Ayvalıdere’ye dönmüş. Gönen çevresi köylerde Latin harflerle eğitim veren ilk hoca imiş. 1945-46 yıllarında ise İstanbul Cankurtaran semtine yerleşmişler. Bir sürede Akbıyık Camii medresesinde görev yapmış.

1945-46’lı yıllar…

O yıllarda şimdiki gibi dernekler olmadığı, olan dernekler de bir oda ve kiralık mekânlar olduğundan öyle 20-30 kişilik toplantılar yapılamazmış. Zaten emniyetten izinsiz ve bir görevli memur olmadan toplantı ve hatta düğün bile yapamazmışsınız (Bu durum çok yakın zamanlara kadar devam etti ne yazık ki). Bu yüzden bazen gizli bazen alenen evlerde toplanılırmış. Annem ara sıra Bandırma’dan İstanbul’a bir akrabalarına misafir gelirmiş. Bir gün annemin misafir kaldığı evde yapılan zexes’te babamla tanışıp evlenmeye karar vermişler.

Bütün arkadaşları (saçlarından olsa gerek) Sarı derlermiş anneme. Ölene kadar da herkes öyle dedi zaten. Bir tek anne tarafım Nanu derdi. Sizin anlayacağınız annemin nüfus kâğıdında isim olarak ne yazdığı kimse tarafından bilinmedi.

Babam iyi bir çıraklık döneminden sonra İstanbul’ un birkaç telefoncusundan biri olarak kendi işini kurmuş. Aynı zamanda İstanbul’ un bütün büyük resmi (Posta İdaresi dahil) kurumlarının, üniversite ve hastanelerinin santrallarını yapmış, hatta Türkiye’nin pek çok illerine telefon hatlarını o çekmiş (Özellikle Bayburt’ ta ceketinin altına gazeteler sararak direklere nasıl çıktıklarını hep anlatırdı).

Telefoncu Hasan, Kel Hasan, Hasana Kuıy gibi lakapları vardı. Saçları çok azdı, onu da tıraş ederdi zaten. İlkokul mezunu idi babam ama değme mühendislere taş çıkartacak maketler yapardı. Santral (telefon santralı) projelerini kendisi çizer ve Almanya’da kullanımdan kaldırılmış aksamlardan burada yeni santrallar yapardı. Hatta daha ben okula başlamadan kâğıdı ve fotoğrafı karelere bölerek resimleri büyütüp küçültmeyi babam öğretmişti bana. Resim yapmayı çok seviyordum çünkü.

Ben 16 aylık iken kız kardeşim doğunca tarafımdan ciddi bir kıyamet koparılmış, sonra beni anneannemler yanlarına almışlar (Sultanahmet’ te oturuyorlarmış). Tabii ki eve gitmek istediğim için beni sakinleştirmeye dedem her akşam helva getirirmiş. Helvaya düşkünlüğüm o yaşlarımdan kalmış herhalde. Sonra bakmışlar ki olmayacak, evleri birleştirelim demişler ve ben 3.5 yaşında iken Cankurtaran’dan Fatih’e, daha büyük bir eve taşınmışız.

Bu arada bizim evimiz de dernek gibi işlemeye başlamış bile. Tabii evde bir de genç kız (teyzem) var. Bu arada teyzem de İstanbul Kafkas Kültür Derneği’nin folklor ekibinde oynuyor. Dolayısı ile biz nerede ise doğduğumuz günlerden bu yana dernekçilikle büyümüşüz. Dernekçilik bütün hızıyla babamın işyerinde de devam ediyor tabii. Türkiye’nin her tarafından, daha sonraları da Ortadoğu ülkelerinden ve 70’li yıllardan sonra ise Kafkasya’dan gelenlerin ilk uğradıkları yerlerden olmuş.

Çoğu akşam misafirlerimiz olurdu ve hep Çerkesçe konuşulurdu. Babam İstanbul’da Abzehçe ve Kabardeyceyi Türkçe karıştırmadan konuşan birkaç kişiden biriydi. Ama gündüz evde genelde Türkçe konuşulurdu. Anneannem Abaza – Aşharua idi. Kabardeyce de çok iyi konuşurdu, Abazaca da. Ne yazık ki yasak ve de köyden çok erken çıkmalarından kaynaklı annem, dayım ve teyzem çok akıcı konuşamıyorlardı. Özellikle annem küçüklüğünde konuşması ile alay edildiği ve okulda da Çerkesçe konuştuğu için dayak yediğinden konuşmayı bıraktığını ve zamanla da unuttuğunu söylerdi üzülerek. Aslında annem Çerkesçe şarkı sözlerini ve şiirleri (Cumartesi günleri saat 16.00 gibi Amman Radyosu’ndan yayın yapılırdı) simultane tercüme eder ama mecbur olmadıkça konuşmazdı. Dolayısı ile biz de, arada her dilden, her telden hececiklerle bugünlere geldik. Kendimizi bildiğimiz günden sonra da yaşam boyu anneannem ve dedemden en sık duyduğumuz iki cümle şöyleydi. “Çerkes olsun çamurdan olsun” ve “Çerkesin bir gözü utanmazsa bir gözü utanır.”

Kız kardeşim ve ben ilkokulu Fatih, Atik Ali İlkokulu’nda okuduk. Dayım bana daha okula başlamadan okuma yazmayı öğretmişti ama bizim zamanımızda öyle kolay kitap bulup okuyamazdınız. En rahat okuyabildiğiniz şey gazetelerdi. Birinci sınıfın ilk ayları idi. Kahvaltı hazırlığı yapılırken sobanın üzerindeki büyük çaydanlıktaki kaynar suyun üzerime dökülmesiyle sağ bacağımın tümü yanmış ve hatta bazı yerlere parmaklarım girmişti. Tabii bacağımın her tarafı çok büyük balonlarla dolduğundan tavana yaptıkları bir düzenekle bacağımı astılar ve ben tam bir ay böyle yattım. Annem sıkılmayayım diye tüm kesekâğıtlarını (gazeteden olurdu kesekâğıtları) açar, düzletir ve başucuma koyardı. Bir de Hayat mecmuaları vardı. Bütün gün yattığım için gece uykum da gelmiyordu. Dolayısı ile gece gündüz demeden ne bulduysam okudum.

Ortaokulu Cağaloğlu, İstanbul Kız Lisesi’nde okudum. Edebiyat derslerine rağmen öyle çok roman falan okutmazlardı. O yüzden hayalimde hep bir kitapçı dükkânımız olsun isterdim. O dükkânda tezgâhtar olayım ve tüm kitapları okuyayım. Şimdilerde takriben 5-6 bin kitabın içinde oturuyorum ama artık bir sayfadan öbürüne geçince önceki sayfayı unutuyorum neredeyse.

Ailemiz okulu bitirince kız kardeşimle yabancı dilimizi geliştirmemiz ve de meslek edinmemiz için Almanya’ya gönderdi bizi. Münih’te teyzem ve eniştemin yanında Fr. Groh Kosmetik Fach Schule’yi bitirdik. Son derece başarılı bir öğrenciydim. Hatta hocamız Alman öğrencilere kızınca, benim sınav kâğıtlarımı gösterir, “Utanın, bir tek imla hatası yapmıyor” derdi. Anatomi hocamız ise ilk dersinde genel konulardan bahsederken yabancılar üzerine ciddi bir gaf yapmıştı. Bir hafta sonra girdiği ikinci dersinde yaptığı gaftan ötürü direkt bizden özür dilemiş ve “Ama siz hiç Türk’e benzemiyorsunuz” demişti. Onun üzerine orijinimizin Kafkasya ve Çerkes olduğunu söyleyince hemen “Aa siz Rus musunuz” demişti. Uzun uğraşlardan sonra anlatabilmiştik kendimizi. 1970 yılında F.G.K. Schule’yi bitirdik ve İstanbul’a döndük.

1970 yılı kasım ayında Kadıköy Bahariye Caddesi’ndeki Altay Apartmanı’na taşındık. Bu arada yemek yapmaya ve değişik servis yöntemlerine merak sarmıştım. Tabii Türkiye’de o zamanlar bu konuda Ekrem Muhittin Yeğen’in kitaplarından başka pek kapsamlı bir kitap yoktu. Ne fotoğraf, ne malzeme vs. vardı ne de kurslar. Ama ben Almanca bildiğim için bütün Burda modellerin yemek ve pasta tariflerini takip eder ve bulduğum malzemelerle uygulamaya çalışırdım. Hatta nişan pastamı da kendim yapmıştım. Yemek merakım böyle başladı. Yavaş yavaş ziyafet sofralarını hazırlamaya başladım. Aynı yıl Kadıköy Akşam Meslek Lisesi’ndeki kurslar ilgimizi çekti. Kız kardeşimle resim bölümüne yazıldık. Nurlar içinde yatsın, bir Zuhal Hocamız vardı, Kendisi aslen Kürt, sadece anneannesi Çerkesti. Bir şekilde Çerkes olduğumuzu öğrenmiş ve bize “Siz Çerkessiniz, sadece size özel şeyler yapmalısınız” demişti. Zaten öyle şeyler yapmaya çalışıyorduk ama bu sözden sonra daha bilinçli olarak her türlü işimizde; resim, rölyef, dikiş, nakış akla gelebilecek yapabildiğimiz ne varsa bizi çağrıştıran objeler, elbiseler yapmayı denedik ve hâlâ deniyoruz, üretiyoruz.

Bildiğiniz gibi dernekler, bilhassa o zamanlar İstanbul’dan yolu geçen herkesin buluştuğu, beraber olduğu mekânlardı. Çocukluğumuzdan bu yana dernek camiasıyla iç içe olmamıza rağmen Türkiye’de olmadığımız üç yıl içinde yüzler hep değişmişti. Almanya’dan dönünce kız kardeşim hemen folklor ekibine dahil olmuş, ben de gençlik koluna girmiştim. Sonradan eşlerimiz olacak delikanlılarla da böyle tanışmıştık.

Erol milliyetçi bir arkadaştı, gençlik kolunda beraber ortak projeler ürettik. Bağlarbaşı’ndaki dernek binasına hediye edilen iki çuval dolusu kitabın sayımını Burhan Canpolat ile ben yapmış, listeleyerek teslim almıştık. Üstelik sergi projesini de ben önermiştim. Babamın desteği ile çok ciddi miktarda antika eserler toplanmış, Yapı Kredi Bankası (Ankara ve İstanbul) ile anlaşmaya varılmış ve sergiye kadar evde muhafaza edilen eşyaların başında hırsıza karşı nöbet tutmuştuk. Fakat ne hikmetse, bir nedenle dernek yönetim kurulundan eve gönderilen noter tasdikli bir yazı ile bu proje ile ilgimiz olmadığı tebliğ edildi. Ve babam ile ben projeden çekildik. Tabii dernekten de uzaklaştık. Ama edindiğimiz arkadaşlar, arkadaşlıklar ve manevi bağ hep devam etti.
Uzun kaşenlik ve nişanlılık dönemlerinden sonra 1977 yılında evlendim. Moda ilkokulunun arkasındaki Hülya Sokak 10 numaraya taşındım. Tesadüf bu ya, aynı binada iki Çerkes aile daha oturuyordu ve biz adeta sorgusuz sualsiz “akraba” olduk. Kapılarımız günün ve gecenin her anı açıktı. Orada da pek çok yeni insanlarla tanıştım, pek çok şey öğrendim. Burada hepsini sevgi ile anıyorum.

Jabağı adında oğlum, Serap adlı gelinim ve Lalina adlı bir kız torunum var.

İstanbul, 15.01.2021

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz