Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAFFED), 13-14 Şubat 2021 tarihleri arasında 113 kadının katılımıyla bir Kadın Katılımı Çalıştayı düzenledi. Canlı olarak yayımlanan çalıştayı YouTube üzerinden sadece söz konusu hafta sonu 10.000 kişi izledi. Bu daha önce ve yüz yüze gerçekleştirilmesi düşünülen bir buluşmaydı, ancak pandemi nedeniyle hem gecikti hem de çevrimiçi ortamda gerçekleştirilmek durumunda kaldı. Diğer yandan çalıştay, 2011 tarihinde yine KAFFED tarafından 30 Nisan–1 Mayıs 2011 tarihleri arasında Ankara’da 60 derneği temsilen, 27 kadının katılımıyla gerçekleştirilen Çerkes kadınlar buluşmasının bir devamı niteliğindeydi ki bu buluşma sonucu Çerkes Kadın Platformu oluşturulmuş, bir de bildirge yayımlanmıştı. Ancak platform ne yazık ki devamlılık göstermedi, bildirgede belirlenen hedeflerin gerçekleştirilmesi konusunda kendiliğinden atılan bazı adımlar olduysa da bildiğim kadarıyla benim de bir ara parçası olduğum yönetimler belki de ülkenin malum gündemleri nedeniyle sistematik bir çaba gösteremediler. Ancak bu arada örneğin Adana’daki Çerkes kadınların 2017’de sadece kadınlardan oluşan bir liste ile yönetime aday olmaları ve sonucunda bir kadın başkana kavuşup 14 kişilik yönetim kurulunun 9’u kadınlardan oluşacak şekilde ağırlıklı bir temsiliyet kazanmaları önemli bir deneyim oluşturdu. Bildirge, yönetim kurulları için kadın kotasını öncelikli hedefler arasına koyuyordu, buna dair de adım atılmadı; yine de kadınların dernek yönetim kurullarında ağırlığı göreli olarak arttı, kadın başkan sayısı da yükseldi, hatta KAFFED gibi yüksek temsiliyetli bir yapının başına bir kadın yöneticinin geçmesi, üstelik bu “kadından thamade olmaz” gibi aslında söylenmesi bile geleneğimizce artık “ayıp” sayılması gereken tepkilere rağmen, gerçekleşti. Yine de KAFFED bünyesindeki derneklerde yönetim mekanizmalarındaki kadınların sayısı %25’in üzerine çıkamadı. Kanımca, benim de bir katılımcısı olduğum kadın platformu bir süreklilik gösterebilseydi ve bildirgede önerilenler konusunda sistematik adımlar atılması yönünde dernek yönetimlerini zorlayabilseydi, başka ifadeyle günün öne çıkan diğer gündemleri -ki 2011’den bu yana aslında az buz toplumsal, siyasal travma yaşanmadı- nedeniyle hedeflenenler çoğunlukla azınlık kadınlarının başına geldiği gibi “daha önemli meseleler” nedeniyle bir kez daha ertelenmeseydi, belki bugün “gelenek” etrafında dönen sorunlarımızı daha soğukkanlılıkla, kutuplaşmadan, küsmeden tartışıyor olabilirdik. Xabze, Apsuara, Egdau’ı artık anokronik argümanlarla savunmak veya eleştirmek yerine, onların yeniden-tarifiyle kimliklerimizin merkezindeki yerini sağlamlaştırabilirdik. Artık “bölen” değil, hep olduğu gibi bir “birleştiren” olmaya devam etmesini sağlayabilirdik. Ben bunları söylerken “Peki haklarımızın üstüne yıllardır oturanların hiç mi suçu yok da yine fatura kadınlara çıkarılıyor?” diye sorarsanız (ki bunu “Bak şimdi de bize bir de hırsız dendi” diye “okuyanlar” da olacaktır), ben de size, “Dünyanın neresinde hakların mücadelesiz kazanıldığını gördünüz?” diye sorarım. Kadınlar yüzlerce yıldır eşitlik mücadelesi veriyor ve gelinebilen nokta ortada, Türkiye’de geriye gidilmekte olması da cabası…
Çerkes Kadın Platformu toplantısından devam edeyim; 2011’deki buluşma tam da geleneği yeniden tarif edecek şekilde, Huşt Emel (Bezek) tarafından Adigece yapılan bir hohu ile başlamıştı. Yanlış biliyorsam düzeltin, bu, anavatanlar dahil pek de karşımıza çıkan bir şey değildi (Kabul ediyorum, kadın kadınayken yapılması daha kolay olmuştu, ama yine de önemliydi). Hohu’yu, siz de okuyun diye yazıya ekliyorum, ama burada da alıntılayayım; “Üzerinde durduğumuz dünya, içinde yaşadığımız ülke, arkamızda duran anavatan barış içinde olsun… Kuraklık, kıtlık, savaş görmesin. Gökyüzümüz berrak, yeryüzümüz yeşil olsun, halklar birbirini anlasın, biz de birbirimizi anlayalım, kötü sözler aramıza girmesin, kem gözler bize bakmasın, birbirimize iyi niyetle bakalım… Kırgınlığımız, küskünlüğümüz olmasın” diyordu. Kanımca bu, kadın bilgeliği taşıyan, kadınca bir deyişti. Bildirge, “Kadınlar dünyanın farklı coğrafya ve kültürlerinde ortak sorunlarla mücadele etmek zorunda kalmakla birlikte, baskın kimliklerin ötekisi olarak muamele gören azınlık kadınları katmanlı ayrımcılıklara maruz kalmaktadır: Azınlık kadınları bir yandan içinde bulundukları toplumun sosyoekonomik koşulları ile içinde şekillenen ataerkil yapının üzerlerine yüklediği sorumluluklar, diğer yandan ait oldukları topluluğun ortak paydasını oluşturan kültürün devamı konusunda kendilerinden beklenen geleneksel rol beklentileri arasında kalmaktadır… Baskıya uğrayan toplulukların kültürlerini egemen kültürün etkisinden koruma refleksiyle kadınlara yönelik olarak büründüğü aşırı korumacılık, kendi gelenekleriyle baskın toplumun gelenekleri arasında sıkışan kadınların, katmanlı ayrımcılık ve eşitsizliklere maruz kalmasına neden olmaktadır” belirlemesi ile başlıyordu ve bu belirlemelerin büyük ölçüde Türkiye’deki Çerkes kadınları için de geçerli olduğu eklenmişti. Bire bir bu sözcüklerle ifade edilmiyordu ama yaş, kır-kent ayrımı, eğitim durumu ve ekonomik durum farklılıklarına bağlı olarak farklı düzeylerde yaşanıyor olmakla birlikte, Çerkes kadınlarının bir yandan geleneğin sürdürülmesi rolünü üstlenirken, diğer yandan yeni-muhafazakârlıkla yeni bir “güç” kazanmış olan Türkiye’deki hegemonik erkekliğin nüfuz alanına giderek daha fazla girdikleri belirlemesinde bulunuluyordu. Bunun bir sonucu eskiden de olduğu gibi, eğitim durumlarına bakılmaksızın Çerkes kadınlarının çalışma hayatında yeterince yer alamıyor olmaları, “tabu” olduğu için konuşulamayan ev içi şiddet (bizde olmaz demeyin!), miras uygulamasında kız çocukları aleyhine ayrımcılık, özellikle kırsal kesimde evlilikle birlikte Çerkes kadınlarından yaş alıncaya, kayınvalide oluncaya kadar -yani uzun yıllar- beklenen “suskunluk” ve “hizmet”, derneklerin toplumumuz kadınları için olumsuz anlamıyla da “ikinci ev” haline gelmiş oluşu, yani kadınlar bir yandan evlerinden sonra güvenle gidebilecekleri bir mekâna kavuşmuşken, diğer yandan bu “evde” de “mutfak ve hayır işlerinin” yine onlara kaldığı belirtiliyordu. Dolayısıyla derneklerin bu halleriyle, kadınları evlerinden çıkarmakla birlikte, örneğin var olmaktan alıkonuldukları kamusal alana çıkabilmelerini, siyasete katılabilmelerini sağlayacak nitelikleri ve özgüveni sağlayamadıkları belirlemesinde bulunuluyordu. Diğer yandan yine bire bir aynı sözcüklerle ifade edilmese bile, yapılan tartışmalar çerçevesinde uzlaşılan bir belirleme daha vardı; kaç-göçü hiç bilmeyen, kadın-erkek büyüklerin refakati olmadan birlikte eğlenebilen, köylük yerde birbirlerini ziyarete gidebilen, wuig veya şımd’ın gerektirdiği saygılı ve mesafeli bedensel yakınlık içinde kol kola dansını eden, geleneğin kazandırdığı ve aslında bir tür güçlü mizah ve eşitlik anlayışı, zekâ ile perform edilen, toplumumuz dışında olanların (hatta yeni kuşaktan Çerkes erkek/kadınların bile) ne olduğunu hiçbir zaman kavrayamadıkları “kaşenlik” ile, kendine güvenmeyi, eşitçe sosyalleşmeyi öğrenen toplumumuz kadınlarının, kimi bölgelerde yeni-muhafazakârlıkla eklemlenmiş ve Xabze’yi “işte bu fırsat, o fırsat” deyip işine geldiği gibi yorumlayan hegemonik erkekliğin sınırlarına çarpmaya ve geri çekilmeye başlamış olması…
Şimdi çalıştayın gerçekleştirildiği 2021 yılında Türkiye’nin toplumsal cinsiyet göstergeleri açısından durumuna bir bakalım. Geçen 10 yılda, Türkiye’de bu konuda önemli bir gerileme oldu. 2020 Cinsiyet Eşitliği Raporu’nun pandemi sırasında daha da kötüleştiğinden emin olduğumuz rakamlarına göre Türkiye, 153 ülke arasında 130. sıraya düşmüş. Zaten düşük olan kadın istihdamı seviyesi (%30) daha da azalmış, yani kadın işsizliği giderek artmış durumda. İşlerini ilk kaybedenler de yine kadınlar olmaya devam ediyor. Bunların sonucu olarak, meslek yaşamını sürdürmeyi başaran kadınlar için cam tavanlar giderek yükseliyor. Kadınların siyasal alanda temsili, 2019 seçim sonuçlarına göre %17 ile artmış görünse bile, Türkiye bu açıdan dünyada 117. sırada. Son 10 yılda, içinde yaşadığımız toplumda, gündelik hayatın her alanında erkekliğin şımartılması, pohpohlanması, cezasız bırakılması, desteklenmesi, aslında bizzat hükmedenlerce “orantısız bir güçle” uygulanması, şiddet kültünün hiç olmadığı kadar güçlenmesi, ölmenin-öldürmenin kutsallaştırılarak meşrulaştırılması neticesinde şiddetten onun her zaman en kolay hedefi olan kadınlara ve çocuklara düşen pay geometrik olarak katlandı. Diğer, taciz, tecavüz, yaralama, ekonomik ve psikolojik şiddet türlerini ve adli kayıtlara geçmeyen, gazetelerin yayımlamadıklarını (çünkü sadece bu rakamlara sahibiz) bir kenara bırakın, erkeklerin fail olduğu kadın cinayetlerinin sayısı 3000 civarında (ve ben “civarında” derken utanıyorum!), yani yılda ortalama (“ortalama” derken de utanıyorum) 300 kadın öldürülüyor, neredeyse her gün bir kadın, eski/mevcut eşleri, nişanlıları, sevgilileri, sonra babaları, erkek kardeşleri, diğer aile fertleri diye giden bir sıralama içinde canından oluyor! Üstelik iktidar İstanbul’da imzalandığı için kısaca bu adla anılan, Türkiye’nin 2011’de ilk imzacısı olduğu, 2014 yılında ise yürürlüğe girip bağlı olarak 6284 sayılı “Ailenin korunması, kadına karşı şiddetin önlenmesine dair” kanunla çıkarılan Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nden çeşitli bahanelerle geri adım atmak istiyor. Bu toplumsal cinsiyet göstergeleriyle ilgili olarak Çerkes kadınlarına dair rakamlarımız ise yok. Türkiye’de Çerkes çalışmaları adını verebileceğimiz akademik alanda henüz yeterince bilgi birikimi de oluşmamış durumda. Ancak Çerkes kadınlarının durumunun bir istisna oluşturduğunu düşünmek için nedenimiz de yok. En azından bu göstergelerin çoğu için durum böyle. Dolayısıyla, Çerkes kadınlarının uğradıkları şiddete dair de elimizde bilgi yok. Ama beni, -failin Çerkes olup olmamasının hem önemi var hem yok- bu çok geniş türevleri içindeki şiddet türlerinin, Çerkes kadınlarının da hayatlarını, mesleklerini, sağlıklarını, kendilerine olan güvenlerini elinden almadığına, hiç kimse inandıramaz. Faili yakınlarda cezasını bulan Şeyma ve Tuğba Sarı kardeşlerin öldürülmesi, annelerinin ağır biçimde yaralanmış olması toplumumuz için fail “dışardan” olduğu için korkulacak bir durum olmadığını düşündürtmüyor. Çünkü cezalandırılmayacağına, suçunun hafifletileceğine neredeyse emin olan bir erkek şiddeti her yerde, parkta, bahçede, mahallede, toplu taşım aracında, sokakta, okulda, işyerinde, siyasette, örgütlenmelerin içinde ve evde kol geziyor. Üstelik faili Çerkes olsun veya olmasın, susmanın, yakınmamanın erdem olduğu öğretilmiş Çerkes kadınları, şiddete uğradıklarında “ayıp” olur diye konuşmuyor, suskunluklarıyla “ayıp” örtüyor, utanması ve cezalandırılması gerekenler böylelikle korunuyor. Kadınlar konuşmaya başladıklarında ise hegemonik erkekliğin binlerce yıldır geliştirdiği saldırı ve savunma refleksleri nedeniyle, ki kadınlar da bunu ne yazık ki hemcinsleri karşısında büyük ölçüde paylaşıyor, “ayıp” da onlara düşebiliyor.
Böyle bir ülkede yaşıyorsak, ne yapmalıyız? Yıllardır derneklerde büyük küçük her işin ucundan tutan, eğitim, ekonomik durum vb. açılardan “şanslı” sayılan Çerkes kadınlarına sorayım bu soruyu (eğer siz böyle olsanız bile), “öteki kadınlardan daha iyi durumda olmak”, dert edeceğiniz bir şey olmadığı anlamına gelir mi? Sizin de “Çerkes -daha az eğitimli, meslek sahibi olamamış, kendi geliri olmayan, evinden kolayca çıkamayan, yaşlı ve çocuk bakımını tek başına üstlenmiş, kadın ötekileriniz yok mu?1* Bir grup genç Çerkes kadın konuşmaya başladıysa (Almastı’dan söz ediyorum) bu onların (hadi üsluplarını eleştirdiniz diyelim) samimiyetlerini sorgulamanızı gerektirir mi? Başlarına “gelecekleri” bile bile hangi kadın (hele de azınlık kadınları) kolayca böyle konuşur eğer bildikleri, yaşadıkları bir şeyler yoksa! Burada kesip ben yine çalıştaya ve düşündürdüğü diğer şeylere döneyim, başka bir soru ile devam edeyim.
Acaba Kadın Katılımı Çalıştayı bize, toplumumuzdaki kadınların durumu açısından ne söyledi ve ne yapılmalı? Öncelikle, çalıştay, 2011 yılında gerçekleşen buluşma ile kıyaslanamayacak kadar büyük bir katılımla gerçekleşti ve yine katılımcıları yaş, bölge, politik görüş, etniklik, mesleki ve eğitim durumu açısından dağılımı platform katılımcılarına göre çok çeşitlenmişti. Ancak feminist olduklarını yüksek sesle söyleyen genç kadınlar yeterince temsil edilmediler, üstelik tam da onların temsil edilmelerinin ve dinlenmelerinin zamanıydı. Diğer yandan “temsiliyet” demişken, çalıştay katılımcılarının yine aslında bu tür girişimlerde çoğunlukla olduğu gibi, eğitim düzeyleri yüksek, kentli kadınlardan oluştuğunu da eklemeliyim. Elbette bu söylediğimizin çalıştayın değerini azaltmadığını, toplumun en az sesi duyulanları arasında bile hep, hiç konuşamayacaklar adına konuşanlar bulunmasının kaçınılmazlığını, bunun yapılan deneyim paylaşımları nedeniyle “rol modelleri” oluşturmak anlamında kendi içinde bir değeri olduğunu da belirteyim. Ancak eğer bu çalıştay üzerinden Türkiye’deki Çerkes kadınlarının “katılımı” üzerine söz söyleyeceksek, sadece örneğin “forum” kısmına katılan kadınların profiline ve söylediklerine bakarak bir “genelleme” yapmak yanılgısına düşmemek gerektiğinin de altını çizeyim. Yani benim de bu ekran başında geçirilen iki günün heyecanıyla yaptığım gibi, kadınlarımızın geleceği konusundaki “iyimserliğe” kendimizi hemen kaptırmayalım. Bardağın dolu tarafını gördük, boş tarafında neler var ve niye bunları bilmek, konuşmak durumundayız? Çünkü örneğin derneklerimizde aktif olan pek çok kadının söz birliği etmişçesine söyledikleri “kendilerinin şanslı” oldukları ve aslında “derneklerdeki erkek yöneticiler tarafından yönetime davet edildikleri”ni işitmek o kadar da sevinilecek bir şey değil. “Şanslıydım” demek, çoğu durumda kadınlar açısından, yukarıda belirttiğim nedenle diğer kadınlara göre “şanslı” olmaları sahiden mümkün olmakla beraber, aslında kadınların kendi niteliklerini azımsamalarıyla ilgili bir defa. Yönetimde olmayı “davet aldım” ile açıklıyor olmak veya “bana bu görevi erkekler verdi” demek de aslında, yönetimde olmak konusunda, bazıları anlaşılır olmakla beraber çeşitli gerekçelerle, o kadar da gönüllü olmamak ve/veya bunun için mücadeleyi tercih etmemek anlamına geliyor. Bu nokta da bana “Çerkes kadını, erkeğinden de fazla olmak üzere, zaten kendisi için bir talepte bulunamayacak özelliklerle yetişmiştir, bu nedenle geride durmayı tercih eder” derseniz, ben de size Adana derneğindeki kadınlar örneğin, talep etmekle kötü mü yapmış diye sorarım. Sivas derneği yönetimine ilk kadın üyenin ancak 2011 yılında seçilebilmiş olması üzerine düşünelim derim. Bu arada da, çalıştay katılımcılarından birinin yerinde belirlemesiyle, kadınlar yönetimlerde var olsalar bile söz sahibi olmalarının güç olduğunu göz önünde bulundurarak, Xabze’nin nasıl işe geldiği gibi yorumlanabileceğine dair örneklerin hiç de az olmadığı gerçeğini bu vesile ile bir kenara yazalım. Ek olarak yaşananları çok iyi bilmediğim için haksızlık yapma ihtimaline karşı, Adana derneği ile Karadeniz Ereğlisi derneğindeki elde ettikleri başarının kadınların mücadele ve azimleriyle ilgili olduğu gibi, erkeklerin Xabze’yi kadınların eşitliği için yorumlayarak geri çekilmelerine dair bir deneyim olarak değerli bulunabileceğinin de altını çizeyim. Ancak bunları söylerken gönlümün esas olarak, toplumsal cinsiyet eşitliği bilincine sahip, ayrıcalıklarını sorgulayan ve onlardan vazgeçmeye hazır, eril-öğreticilik (mansplaining) peşinde olmayan erkeklerle, “Kadın-erkek ayrımcılığı yapmamalıyız, hepimiz insanız” denildiğinde, aslında ataerkil dünya görüşünün “insan” olmayı erkek olmaya göre tanımlamış olduğuna dair bir retoriği yeniden-ürettiği bilgisine sahip kadınların, eşit olarak temsil edildikleri yönetimlerden yana olduğunu da söyleyeyim. Hemen arkasından ise, bu ideal durum gerçekleşinceye kadar, kota uygulamasını elzem bulduğumu da ekleyeyim.
Çalıştayın kanımca önemli bir katkısı, aslında bilmemiz gereken bir şeyi bize göstermesi oldu. Kaçınılmaz olarak genç Çerkes kadınlar farklı düşünüyor ve iyi ki de öyle yapıyorlar. Örneğin, moderatörlüğünü yaptığım, Toplumsal Cinsiyet, Eşitsizlik ve Hukuk başlıklı panelde Sima Nart’ın sunduğu, henüz sonuçları tam olarak analiz edilmemiş bir araştırmaya göre, genç Çerkes kadınları daha fazla eşitlik ve adalet istiyor. Bu iyi haber. Genç erkekler ile ileri yaş kuşağındaki erkekler arasında ise toplumsal cinsiyet algısı açısından önemli bir fark yok. Bu da kötü haber ve hemen hatırlatılmalı; başka araştırmalara göre, Türkiye toplumunda, kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal cinsiyet algısı farkı, (geniş anlamıyla) şiddetin yaygınlaşmasının nedenlerinden birisi. Çünkü genel tablo bize, kadınların hızla değiştiklerini, eşitlik talep ettiklerini, ancak buna uygun davranmaya kalktığında, aynı algıya sahip olmayan erkeğin engellemeleri ve şiddeti ile karşılaştığını gösteriyor. Dilerim Sima’nın çalışması tamamlandığında genç kadınlar ve erkekler arasındaki bu algı farklılığının, kanımca tartışmalı biçimde toplumumuz için öngörüldüğü gibi aslında Türkiye’deki genel tabloya uygun sonuçlar doğurmadığı (ki bu tek araştırma bunu anlamaya yetmez) ortaya konulur da, ben yanılmış olurum. Bu arada yanılma umudumu besleyen bir örneği de bir grup editör olarak üzerine çalıştığımız kitap çalışması vesilesiyle bir araya geldiğimiz gençlerle gerçekleştirdiğimiz buluşmadan vereyim. Tam her şey “yolunda” (!) gider, biz Çerkeslerin Türkiye toplumunun çoğunluğundan ne kadar “farklı ve özel” olduğumuz konuşulurken, genç bir erkeğin, daha sonraki konuşmaların seyrini birdenbire değiştiren, diğerlerinin de ona katılmasıyla sonuçlanan tavrı oldu bana bu “yanılma umudunu” veren. Söylediği ise mealen şöyleydi: “Babaannem ertesi gün bizde kalmaya gelecek diye, annemin geceyi hazırlıklarla uykusuz geçirmesi gibi sahneleri hatırlayarak, çok da eski olmayan kölelik ve cariyelik olgusunu aklımızda tutarak toplumumuzda kadının yerinin kutsal olduğunu söylemek yerine, yaşananlarla hesaplaşalım diyorum… Bizim aslında şanlı bir tarihimiz yok, herkes gibiyiz.” Çalıştayda galiba çoğumuzun bildiği, yaşadığı, ama işte “ayıp” diye söyleyemediği benzer bir şeyi de, geniş ailesi içinde çocukluğundan zihninde kalan annesine dair bir imgeyi bizimle paylaşan genç bir kadın dillendirdi ve öyle sanıyorum ki, pek çoğumuzun gözleri yaşararak dinlediği bu imgede de hepimizin annesinden biraz vardı. Bunları tepkiyle okuyacaklar için söylüyorum, gelin, iki ayrı platformda olmak üzere, genç bir kadının gözyaşlarını tutamayarak, genç bir erkeğin ise böyle bir keskinlikle ifade etmek durumunda kaldığı iki imgenin sahiciliğinden kuşkulanmak için nedenlerimiz var mı diye soralım ve samimiyetle bu söylenen ve söylenmeyen imgeler üzerine birlikte düşünelim. Bakalım, sonunda yine “Bunlar istisnai örnekler” demek kolaycılığına mı düşeceğiz, yoksa geçmişimize ve geleceğimize başka türlü bakmayı mı deneyeceğiz?
Bu vesileyle söylenmeli, kanımca çalıştayın en büyük eksikliği, sanki, kadınlar tarafından bile bir refleksle reddedilen feminizm sözcüğünün telaffuzundan çekinilmesiydi. Doğru hatırlıyorsam, Hayriye Melek’ten söz eden Zeynep Arslan’ın sunumunda, yukarıda andığım “Toplumsal Cinsiyet, Eşitlik ve Hukuk” panelinde ve “forum” kısmında Almastı hareketinin katılımcısı tarafından kullanıldı. Panelin bir diğer akademisyen katılımcısı Jade Cemre Erciyes dünyada ve Türkiye’deki feminist hareketlerin çok kısa özetini yaptı. Bu konuşma aynı zamanda yakın dönemde feminist bir çıkış yaparken tepkilerle karşılaşan Almastı Çerkes Kadın Hareketi’nin isminin anıldığı iki konuşmadan biri de oldu. Cemre’nin anavatanlardaki duruma ve kadın hareketlerine dair verdiği örnekler, Sovyet dönemindeki çifte standartlı eşitlik politikaları ile, “Kadını zaten gelenek koruyor” anlayışının bir sonucu olarak kadın-erkek eşitliği konusunda henüz ne kadar başlarda bulunulduğunu göstermesi açısından da önemliydi. Çünkü, anavatanlarda olduğu gibi, diasporada da “Aileler kadınlarına öyle sahip çıkıyor ki, şiddet kullanmaya kalkan erkeklerin vay haline” denilerek, kadınların sadece geleneğin korumasına bırakılması, aslında erkeklerin sahip olduğu ayrıcalıkların sürdürülmesinden başka anlama gelmiyor. Özetle anladık ki, deyim yerindeyse aleyhlerine en azından “dışarıya” karşı laf etmekten çok korktuğumuz anavatanlarda da Çerkes kadınların “suskunluğu” devam ediyor ve ortada o kadar da övünülecek bir ilerleme yok. Ancak bir hareketlenme de var. Örneğin, yine Cemre’nin söylediğine göre, Doğu Kafkasya’da mevcut politik konjonktürün izin verdiği ölçüde, bir kadın hareketi gelişmeye başlamış. Orta ve Batı Kafkasya’da ise genç kadınlar sosyal medya üzerinden örgütleniyorlar. 2015 yılında Abhazya’da kürtajın yasaklanması karşısında bedenleri üzerindeki bu devlet tasarrufuna sessiz kalan kadınlar, 2019 yılında, İş Kadınları Vakfı öncülüğüyle, kadına şiddete karşı Abhazca ve Rusça “ayıp” kavramına odaklanan bir video klip çekmişler. Maykop’ta ise, 2020 yılı aralık ayında şiddet gören kadınlara (“Bizde olmaz” mı diyordunuz, yoksa “istisnai” mi buluyordunuz?) psikolojik destek ve hukuki danışmanlık sunmak üzere bir kriz masası kurulmuş.
Yani bardağın boş tarafından bakmaya devam edersek, anavatanlarda olduğu gibi, diasporada da kadın hareketinin önünde alınması gereken daha çok yol var ve bu konuda diasporadaki toplumlarımızı temsil eden derneklere çok önemli bir rol düşüyor. Kanımca bunun da Türkiye’deki ve dünyadaki kadın hareketleriyle ideolojik ve organik bağlar kurularak yapılması etik ve politik bir tercih olarak önemli. Çünkü Cemre’nin konuşmasında işaret ettiği gibi “kendilerine feminist diyen veya demeyen farklı kesişimsellikleriyle kadın hareketleri” aslında küresel feminizmlerden ya da kadınların kız kardeşliğinin olmazsa olmazlığından söz edebilmenin zeminini oluşturuyor. Bu yüzden de bana göre, eşitlik sözcüğünü kullanmayı tercih eden farklı kadın hareketleri arasındaki mesafe, “fıtrat farklılığı” nedeniyle eşitlik sözcüğü yerine “adalet” sözcüğünü tercih eden mütedeyyin kesim kadınları ile eşitlik sözcüğünü kullanmayı tercih edenler arasındaki mesafe kadar büyük olmasa bile aşılamaz da değil. Çalıştayın bana sordurduğu sorulardan biri de dolayısıyla şu; eşitlikten söz edenlerle eşitlik yerine adaleti koyan mütedeyyin kesim kadınlar arasındaki -özellikle de mevcut kutuplaşılmış politik iklimde büyüyen- mesafenin aşılmasında “Çerkeslik” çapraz kesen üst kimlik rolü oynayabilir mi? Yani, kadınlarla erkekler arasındaki ilişki “adil olmalı” diyenlerle “eşit olmalı” diyenler politik farklılıkları aşarak bir kız kardeşlik dayanışması gösterebilirler mi? (Bu arada ironik şekilde, “Daha biz Çerkes kim, onda anlaşamadık” dediğinizi de duyuyorum ya da belki çoğunluk bu konuda anlaştı da ben “arkaik” konumumu koruyorum.) Doğrusu, kişisel olarak ben İslam ile feminizmi uzlaşmaz bulmayan çok küçük bir kadın grubu dışında -ki aralarında Çerkes kadınlar var mı bilmiyorum- iktidarda bulunmanın nimetleriyle bu kadar hemhal olmuş, örneğin 8 Mart’ta bütün renkleriyle İstiklal Caddesi’nde olmak isterken polis şiddeti ile karşılaşan kadınların uğradıkları hak ihlali karşısında hiçbir laf edemeyen, mütedeyyin kadın hareketi (!) ile mesafemin, ancak bu çalıştayda olduğu gibi “saygı ile birbirimizi dinleyebilecek” kadar bir “yakınlık” olabileceğini düşünüyorum. Bunu da elbette henüz siyasal İslam iktidara yerleşmemişken, mütedeyyin erkekler tarafından baskılanmışlıklarını dillendirdiklerinde empati içinde olduğum kadınların, bugünkü teslimiyetlerine bakarak söylüyorum. Kim bilir belki de böyle bir teslimiyet yoktur ve bu gri duman bulutu içinde ben yanılıyorumdur.
Tam da bu noktada işte, 2011 Bildirgesi’nde söylenenleri bir kez daha hatırlatarak susayım. “Türkiyeli Çerkeslerin demokratik hak ve özgürlük taleplerini, mutlaka kadınlar aleyhine ayrımcılık ve eşitsizliklerle mücadele hedefiyle birlikte yükseltmeleri gerekmektedir. Başka ifadeyle kadınlar lehine bir toplumsal cinsiyet perspektifi taşımayan bir kimlik politikasının demokratik nitelik taşıması mümkün değildir. Buradan hareketle de Türkiye’nin modernleşme ve ulus-devlet inşa süreci içerisinde toplu olarak ötekileştirilenlerin adı olarak sahip çıkılması gereken Çerkes kimliği etrafında kurulacak her türlü demokratik talebin kadınlar lehine pozitif ayrımcılık içeren bir toplumsal cinsiyet boyutu taşıması gerekmektedir. Bu mücadeleye başlanacak yerler ise, Çerkes erkek ve kadınlar için toplumsal cinsiyet anlayışının demokratikleşmesi anlamında bilinç yükseltme çabalarının merkezi haline gelmesi gereken dernekler olmalıdır.” İzleyen somut önerileri merak ettiyseniz Nart dergisinin Mart-Haziran 2011 sayısına bakabilirsiniz.
* “Çerkeslik” ruh hallerine ve kendini “yüksek dağlarda” görenlerin sadece Türkiye’deki Çerkesler olmadığına dair bir not düşeyim buraya, yıllardır içimde kalan ve beni çok üzen bir olay. 1990’ların sonunda daha önce Prens Ali’nin Çerkes atlıları ile gerçekleştirdiği “sembolik dönüş”ü belgeleyen öğrencilerimi götürmüştüm Ürdün’e, oradaki Çerkesler üzerine bir belgesel çeksinler diye. Masraflarımızı karşılayan dernek yönetimine projemizi anlatıp, Türkiye’nin çeşitli Çerkes köylerinden görüntüler içeren ilk belgeseli gösterdiğimizde, önce derin bir sessizlik olmuş, sonra da “Çerkesler bu kadar fakir ve kötü koşullarda yaşıyor olamaz” diye, neredeyse beni ve grubu “ajanlık”la suçlayacak şekilde yargılamaya başlamışlardı, ta ki göz yaşlarımı görüp “misafir” olduğumu hatırlayana kadar!
Türkiye’deki Çerkes kadınlarının sorunları, sosyoekonomik koşullarına, sınıfsal kökenlerine, eğitim düzeyi ile mesleklerine, bu arada da yaşadıkları bölgelere ve (metropol, kasaba, köy gibi) yerleşim birimlerine göre farklılıklar göstermekle birlikte, Türkiyeli kadınların yüz yüze bulunduğu sorunlarla önemli benzerlikler de taşımaktadır. Özellikle de Türkiye’nin 1980’lerden sonra içine girmiş olduğu hızlı muhafazakârlaşma süreci, yerleşim yerleri ve bölgelere bağlı olmak üzere Çerkesleri, böylelikle Çerkes kadınlarının içinde bulundukları koşulları da etkilemiştir. Bazı bölgelerde Çerkes kadınlarının daha “eşit ve özgür” olduklarının düşünülmesine yol açan Xabze kodları, içinde yaşanılan başat kültürün etkisiyle tutuculaşabilmiştir.
Bu koşullarda Türkiyeli Çerkeslerin kimliklerinin yeniden-inşası ve politikleşmesi anlamında çok önemli merkezler olan derneklerin, Çerkes kadınların için ikili bir rolü bulunmaktadır. Bir yandan özellikle de genç ve orta yaş grubundan Çerkes kadınlar için dernekler, öğrencilikleri sırasında, evlendiklerinde eşleri yanlarında olsun ya da olmasın veya çocuklarıyla güvenle gidip gelebildikleri, özellikle çalışmayanlar veya emekliler için çeşitli etkinlikler vesilesiyle önemli bir sosyalleşme mekânı haline gelmektedir. Böylelikle de yarı-kamusal mekân niteliğiyle kadınların evlerinden çıkabilmelerine vesile olmaktadır. Diğer yandan, özellikle de büyük kent yaşamının gereklilikleri nedeniyle artık evlerde bile yaşatılması giderek zorlaşan Xabze ile kültürün yeniden-üretimine dair rolleri derneklerin çatısı altına taşınmış olmaktadır. Bu, onların dernek yönetimlerinde karar alıcı mevkilerde değil de, geleneksel ev içi rollerin uzantısı niteliğindeki etkinlik ve görevler üstlenmeleri olgusuyla birleşince, dernekler Çerkes kadınlar için kamusal ve siyasal alana katılmalarını sağlayacak deneyimler edinmelerini ancak nadiren sağlamakta, çoğu kadın için dernek bir “ikinci ev” haline gelmektedir. Böylelikle, Xabze’nin korunması konusunda kendisinden beklenen geleneksel roller, baskın kültür içinde zaten uğradıkları ayrımcılık ve eşitsizlikler ile örtüşerek, katmanlaşmış bir ayrımcılığa neden olabilmektedir.
Yapılan bu belirlemeler çerçevesinde Türkiyeli Çerkeslerin demokratik hak ve özgürlük taleplerini mutlaka kadınlar aleyhine ayrımcılık ve eşitsizliklerle mücadele hedefiyle birlikte yükseltmeleri gerekmektedir. Başka ifadeyle kadınlar lehine bir toplumsal cinsiyet perspektifi taşımayan bir kimlik politikasının demokratik nitelik taşıması mümkün değildir. Buradan hareketle de Türkiye’nin modernleşme ve ulus-devlet inşa süreci içerisinde toplu olarak ötekileştirilenlerin adı olarak sahip çıkılması gereken Çerkes kimliği etrafında kurulacak her türlü demokratik talebin kadınlar lehine pozitif ayrımcılık içeren bir toplumsal cinsiyet boyutu taşıması gerekmektedir. Bu mücadeleye başlanacak yerler ise, Çerkes erkek ve kadınlar için toplumsal cinsiyet anlayışının demokratikleşmesi anlamında bilinç yükseltme çabalarının merkezi haline gelmesi gereken dernekler olmalıdır.
Birinci Çerkes Kadınlar Platformu buluşmasında bir araya gelen kadınlar, bir buçuk gün süreyle katıldıkları atölye çalışmaları sırasında gerçekleşen beyin fırtınası sonucunda sorunlarını ve taleplerini şu soru başlıkları altında tartışmışlardır: Çerkes kadınlar olarak ne kadar özgürüz? Özgür olmaktan ne anlıyoruz? Özgürlüğümüzün önündeki engeller neler? Bu engellerin ne kadarı içinde bulunulan toplumdan, ne kadarı gelenekten (Xabze’den) kaynaklanmaktadır? Xabze Çerkes kadınlarını diğer kadınlardan daha eşit ve ayrıcalıklı kılmakta mıdır? Özgürlüğümüze konulan sınırların bizim zihinsel örgülerimizle bir ilişkisi var mıdır? Toplumumuzun yüz yüze bulunduğu sorunlara Çerkes kadınlar olarak nasıl bakıyoruz? Çerkeslikten ne anlıyoruz? Derneklerde kadınlar olarak ne kadar ve nasıl temsil ediliyoruz? Çerkes kadınlar olarak kendimizi nasıl güçlendirebilir, sorunları aşmak için neler yapabiliriz? Türkiye’de verilen demokratikleşme mücadelesinde Çerkes erkekler ve kadınlar olarak eşitlik zemininde hareket edebilmek ve Çerkes kadınların yüz yüze bulundukları sorunların ertelenmeden çözümler üretilebilmesi için neler yapılmalıdır? Bu anlamda dernek yönetimlerine düşen görevler nelerdir?
Sorularla ilgili yürütülen tartışmalar sonucunda ise katılımcı kadınlar durumlarına, sorunlarına ilişkin aşağıdaki belirlemelerde bulunmuş ve izleyen talepleri yöneltmişlerdir.
Xabze’nin Çerkes kadınlarına özellikle evleninceye kadar kadın olarak kamusal alanda yer almak, kendini ifade edebilmek, karşı cinsle eşit ve özgüvenle ilişki kurabilmek açısından belirli bir destekleyici kültürel ortam sağladığı düşünülmektedir. Ancak evli kadınlar söz konusu olduğunda Xabze’nin, yaşanılan bölgeye ve eğitim durumu, meslek sahibi olmak gibi değişkenlere bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte, destekleyici olmak yerine engelleyici olabildiği, bunun özellikle de Türkiye’de yükselen muhafazakârlığın temsilcisi olan bölgelerdeki ve kırsal bölgelerdeki Çerkes kadınlar tarafından daha çok hissedildiği görülmektedir.
Koşullar elverdiği ölçüde ortak kimliğimizi kuran Xabze’ye göre gündelik yaşamı sürdürme deneyimleri, onun yeniden-üretilmesinde, genç kuşaklara aktarılması konusunda kendi kendimize üstlendiğimiz ya da bizden beklenen roller, Türkiye’deki başat kültürün ataerkil niteliği ile birleşince ev içi işler, çocuk ve yaşlı aile bireylerinin bakımı konularında Çerkes kadınları ağır ve paylaşılmayan bir sorumluluk üstlenmektedir.
Dernekler özellikle kimlik bilinci yüksek, çalışıyor olsun ya da olmasın eğitimli Çerkes kadınlar için ideal olarak ev içi sorumlukların dışına çıkılmasını sağlayan önemli mekânlardır. Ancak kadınların derneklerdeki varlığı genellikle ev içi görevlerin devamı ve geleneksel olarak kadına uygun görülen faaliyetler (çocukların dil ve dans eğitimleri, yemek, kahvaltı, kermes organizasyonu gibi) niteliğindeki sorumluluklar üzerinden olmakta, böylelikle kadınların ev içi sorumlulukları kolaylaştıracak maddi imkânların yeterince olmadığı, derneklerin de buna imkân sağlamadığı durumlarda birçok kadın için dernekler ikinci-evleri haline gelmektedir. Ek olarak, yönetimler de kadınlardan çoğunlukla benzer doğrultudaki dernek faaliyetleri için katkıda bulunmalarını beklemektedir. Bu tarz toplumsal cinsiyetlendirilmiş bir işbölümü mevcutken, evlerinde çocuk bakımı, ev işleri, aile bireylerinin bakımı gibi işlerle halihazırda fazlasıyla uğraşan kadınların derneklerde görev almaya çok gönüllü olmaması şaşırtıcı değildir ve bu tercih kadınlar açısından genel bir ilgisizliğe veya bilinç eksiğine işaret etmez.
Çoğu durumda Çerkes kadınlar için ikinci bir ev niteliği taşıyan derneklerde kadınların yönetimde temsil edilmemeleri, yönetimde temsil edildiklerinde dahi kendilerinden geleneksel kadın rollerine uygun etkinliklerle ilgili inisiyatifler kullanmalarının beklenmesi, kadınların geleneksel sorumluluklarının katlanması, kendilerini başka alanlarda geliştirmelerini sağlayacak zamanların ellerinden alınması anlamlarına gelmektedir.
Kadınların çoğunluğunun bu ikili sorumluluk ve rolleri içselleştirdikleri, dolayısıyla bunların dışına çıkan konularda sorumluluk almak, dernek yönetimlerine katılmak gibi konularda yeterince istekli davranmadıkları görülmektedir. Başka ifadeyle Çerkes kültüründe karşılığı fazla olmamakla birlikte “öğrenilmiş bir çaresizlik” ile davranıyor olmaları, özgüvenlerinin ya da özgüvenli olmalarını sağlayacak eğitim, maddi güç, yaş vb. değişkenler anlamında içinde bulundukları dezavantajlar da Çerkes kadınlarını derneklerden ve yönetimlerinden uzak tutmaktadır.
Çerkeslerin yazılı olmayan kültürel kodlarını ve geleneğini biçimleyen Xabze sabit, değişmez bir şey değildir, zaten içinde bulunulan başat kültürle etkileşim içinde, sosyoekonomik koşullara bağlı olarak önemli değişikliklere de uğramıştır. Önemli olan, bu değişikliklerin kadınların eşitliği lehine bir mecrada seyretmesidir. Bu konuda yapılabilecekler konusunda dernek yönetimlerine ve Çerkes kadınlara önemli bir rol düşmektedir.
Çerkeslerin en yaygın ve temsiliyeti en yüksek örgütlenmesi olarak KAFFED’den bu konuda öncülük etmesi beklenmelidir. Ayrıca bu öncü rol, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve bu demokratikleşme içinde Çerkes kimliğinin serbestçe kendini ifade edebilmesi ve sürdürebilmesi anlamında talepler dillendiren KAFFED’in zaten üstlenmek zorunda olduğu bir roldür. Kadın-erkek eşitliğini öngörmeyen bir demokratikleşmenin mümkün olmamasından hareketle, kadınlar aleyhine ayrımcılığı ortadan kaldırıp, KAFFED’in bütün yapılanmasının, etkinliklerinin ve taleplerinin toplumsal cinsiyet perspektifi içinde gerçekleştirilmesi gereklidir. Bunun için atılması gereken ilk adım dernek yönetimlerinde yer alacak kadın yöneticilerin (üyelerin, başkanların, maaşlı çalışanların ve gençlik komisyonu üyelerinin) sayısını artırmak üzere bölge ve il fark etmeksizin kota uygulamasına gidilmesidir (Dünyada, özellikle Avrupa’da siyaset, eğitim ve iş alanlarında kadınlar için uygulanan ve kadınların bu alanlardaki varlığını, etkinliğini yükselten kotalar %40 civarında seyretmektedir). Oysa halen 60 derneğin en az 5 kişiden oluşan yönetim kurullarında yani toplamda minimum 300 kişilik yönetim kurullarında 47 kadın üye ve 1 kadın dernek başkanı bulunmaktadır.
Yönetimde yer alsın ya da almasın Çerkes kadınların dernek faaliyetlerine katılımındaki kendiliğinden işleyen ayrımcılığın ortadan kaldırılması, başka deyişle kadınların sadece derneklerin mutfağında görülmemeleri gerekmektedir.
Kadınların ilgi alanlarının sadece sağlık, çocuk eğitimi, yaşlıların bakımı ve ev işlerinin idamesinden ibaret olmadığı bilinciyle; dernekler, kadınların gündelik hayatlarına dönerek, onları iş, meslek sahibi kılan, kadınlar olarak haklarına sahip çıkan, haksızlığa uğradığı durumlarda nasıl hakkını arayacağını bilen, kamusal alana ve politik hayata katılıma ilgi duyan katılımcılar olmaları için gerekli diğer inisiyatifleri de üstlenmelidir.
Başka ifadeyle dernekler Çerkes kadınlarının Türkiye’nin içinde bulunduğu politik ve kültürel süreçler ile bu süreçler içinde Çerkes kadınlarının nasıl yer alabileceğine dair bilgi sahibi kılınarak, bu süreçlere aktif yurttaşlar olarak katılabilmesinin önündeki engelleri kaldırmaya yardımcı olabilecekleri gibi, bunun öğrenilip deneyimlendiği kurumlar olarak da önemlidir.
Kadınlar derneklerde yöneticilik gibi sorumluluklar üstlendiklerinde bile toplumumuzdaki yaşa ve cinsiyete bağlı hiyerarşinin bir sonucu olarak, gerektiği şekilde yöneticilik yapamamakta ya da yönetimde oldukları halde karar alma süreçlerinden dışlanabilmektedirler. Bunun gibi örnekler ortaya koymaktadır ki, toplumumuzdaki erkeklerin de eşitlikçi ve ayrımcılık karşıtı bir toplumsal cinsiyet perspektifi kazanmak üzere belirli bir bilinç yükseltme eğitiminden geçmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla derneklerimize, özellikle de KAFFED’e bu konuda da öncülük görevi düşmektedir.
Çerkes kadınların dernek yönetimlerinde etkin olarak yer alamamalarının bir nedeni de, derneklerin mali yapılarının güçsüz olması ve yöneticilerin para harcanması konusunda kişisel olarak belirli bir güç sahibi ve bağımsız karar alabilme özgürlüğüne sahip olmasını gerektirmesidir. Bu da ekonomik güce sahip olma ve para harcanması konusunda erkeklerle aynı koşullara sahip olmayan kadınların yönetimlerden uzak durması sonucunu doğurmaktadır. Derneklerin mali açıdan güçlendirilmeleri kadınların aktif katılımlarının önündeki bir engelin daha kaldırılması anlamında önemli olacaktır.
Dernek yönetimlerinin toplanma ve etkinlik saatleri erkeklerin programlarına göre çoğunlukla iş çıkışlarında ve geç saatlere kadar sürecek şekilde düzenlenmekte, bu da çalışsın ya da çalışmasın ev içi sorumlulukları devam eden kadınların karar verici mevkilerde yer almalarını ya da kendilerini geliştirmelerini sağlayacak belirli etkinliklere katılabilmelerini engellemektedir. Dernek yönetimlerinin bu konuda daha duyarlı olmaları gerekmektedir. Ayrıca dernek yönetimleri daha aktif bir rol üstelenerek, kadınların ev içi sorumluluklarını kolaylaştıracak dernek-içi yapılar oluşturabilirler. Bunlar kadınların sadece yönetime katılmalarının önündeki engellerin azaltılmasına değil, evlerinden, işlerinden çıkarak derneklerde daha fazla ve verimli zaman geçirmelerine neden olabilecektir.
Yukarıda yapılan belirlemeler çerçevesinde KAFFED başta olmak üzere dernekler Çerkes
kadınlarının kimliklerine sahip çıkan aktif bir yurttaş olarak kendilerini kamusal ve siyasal alana da taşıyacak önemli deneyimleri edinecekleri, kadın-erkek birlikte toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana bir bilinç yükseltme sürecinden geçileceği, Xabze’nin de bu doğrultuda yeniden-tanımlanacağı kurumlar olarak çok önem kazanmaktadır.
Bu doğrultuda Çerkes kadınlar platformu oluşturma amaçlı 1. Atölye çalışmasında ortaya çıkan somut öneriler ise şunlardır:
- Derneklerdeki kadın emeğinin bir gelire dönüştürülmesi sağlanmalıdır. Bu amaçla kadın kooperatifleri kurulması, emek ürünlerinin sergilenmesi ve satışı için web sayfası düzenlenmesi, bunlar için patent alınması ilk akla gelen önlemlerdir. Bu amaçla KEDAV, İŞ-KUR, İK firmaları ve Kalkınma Ajansları ile ilişkiye geçilmelidir. Ancak bunlar yapılırken kadının hali hazırdaki ikincil plandaki rolünün sürdürülmesine yol açabilecek sonuçlarıyla ilgili önlemler de alınmalıdır.
- Kadınların derneklerin yönetimine ve etkinliklerine daha fazla katılabilmelerini sağlamak üzere, özellikle de ev içi yükü ve ekonomik gideri azaltmak için kreşler kurulması yoluna gidilebilir. Kreşler hem dernekler hem kadınlar için sürekli mali kaynak sağlayabilir. Derneklerde kadınlara meslek kazandırılması yönünde (projeler geliştirilmesi, kaynak yaratılması yoluyla) çalışma ve etkinliklerde bulunulmalıdır. Kadınlara yönelik “girişimcilik eğitimleri” düzenlenmelidir.
- Kadın lehine toplumsal cinsiyet perspektifini kazandıracak siyasalar geliştirilmesi ve bununla ilgili kadın/erkek katılımlı eğitimler düzenlenmesi gerekmektedir.
- Dernek yönetimlerinde kadınları daha fazla söz sahibi kılmak üzere kota uygulanmasına başlanmalıdır.
- Kadınlara yönelik bilinç yükseltme eğitimleri sadece dernek içi faaliyetlere yönelik değil, Çerkes kadınların kamusal ve siyasal alanda da daha fazla temsil edilmelerine yönelik olmalıdır.
- Dernekler, kız öğrencilere yönelik burslar sağlanmasını öncelikli hedefleri haline getirmelidir.
- Kadınların Türkiye’deki kadın örgütlenmeleriyle temaslarının, ortak etkinliklerinin ve dayanışmalarının artırılması yoluna gidilmelidir. Ayrıca Çerkes kadın kurultayı gerçekleştirilmeli, kadın buluşmalarının sayısı ve vesileleri artırılarak Türkiye’nin değişik bölgelerinden -hatta diğer Çerkes diasporalarından ve Kafkasya’dan gelen- kadınlar-arası deneyim paylaşımının ve dayanışmanın artması sağlanmaya çalışılmalıdır. Bu kurultay toplantılarının düzenli olarak devam etmesi ve bölgelerde de yapılması sağlanmalıdır.
- Çerkes kadınlarını tarihimizin görünmez figürleri olmaktan çıkarmak üzere, araştırmalar gerçekleştirilmeli, başarılı Çerkes kadınları ödüllendirilmelidir. Profesyonel iş yaşamlarında başarılı ve lider kadınların deneyimlerinin paylaşılmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
- Nart Akademisi gibi “Setenay Akademisi” de kurularak, genç Çerkes kadınları özellikle de toplumsal cinsiyet perspektifi ile entelektüel bilgi birikimi anlamında güçlendirilmelidir.
- Çerkeslerin ortak kimliğinin temelini oluşturan Xabze’nin kadınlar lehine koruyucu olmak adına neden olduğu ayrımcılıklar ile onun içinde bulunduğumuz ataerkil kültür ile örtüşen kodlarının neden olduğu eşitsizlikler ortadan kaldırılmalıdır. Bunun ilk akla gelen örneği, özellikle kırsal bölgelerde uygulanmakta olan ve kız çocuklarını mirastan mahrum bırakan uygulamanın gelenek ile meşrulaştırılması, bu eşitsizlik ve ayrımcılığa maruz kalan kadınların da istemenin “ayıp” olduğu kültürümüz nedeniyle buna seslerini çıkaramamalarıdır.