Feminizmin bu topraklardaki tarihini çok daha geriye götürmek mümkün olsa da 70’li yıllardan itibaren yükselen ikinci dalga feminizmin, Türkiyeli kadınlarda kitlesel bir karşılık bulduğunu, feminizmin bu topraklara kök saldığını söyleyebiliriz. Bu rüzgârı taşıyan benim kuşağımdan kadınlar için feminist güzergâh; özel ile kamusalın, duygu ile aklın, üretim ile yeniden üretimin, ücretli emek ile ücretsiz emeğin birbirinden koparılarak karşıt ve eşitsiz konumlanışının üzerimizde yarattığı tahakkümü sorgulamakla ve bu sistemi değiştirmenin yollarını aramakla başladı. Bu, bir taraftan da gündelik yaşama, kültüre, tarihe, siyasete, ekonomik ilişkilere dair genelgeçer tüm ‘doğrular’la hesaplaşmayı gerektiriyordu. Patriyarkanın, kapitalizm ve ulus devletle olan uzlaşısı da elbette buna dahildi.
Osmanlı sonrası modernleşme ve ulus devletleşme projesi, geleneksel toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesini amaçlarken, ‘çağdaş Türk kadını’ imgesiyle kadınları bu sürecin bir parçası kılmaya çalıştı. Kadınlara ‘erkekler gibi olabilme’, örneğin eğitim ve meslek edinebilme ayrıcalığını tanısa da, çalışma iznini erkeğin tekeline bırakırken, esasen milliyetçi söylemin hâkimiyetinde doğurganlık ve bakım yükümlülüğü vurgusuyla kadınlara milli değerlerin taşıyıcısı ve aktarıcısı iyi birer anne olmaları görevi uygun görüldü. Yani kadın ve erkeğin rolleri devlet tarafından yeniden tanımlandı. Her ne kadar di’li geçmiş zaman ile ifade bulsa ve geçmişten bugüne, kadınların mücadeleleri sonucunda bu imge çeşitli şekillerde dönüşüme uğratılsa da patriyarkal devletin kadın modeli hâlâ bu ideale dayanıyor. Yaklaşık bir asır geçmesine rağmen, kadınların arzuları, bedenleri, fikirleri, emekleri benzer söylemlerle denetim altında tutulmaya çalışılıyor.
Kadınların karşı karşıya kaldığı bu pratik, milliyetçiliğin insan yaşamındaki yansımalarına ilişkin de önemli örnekler sunuyor. Milliyetçiliğin toplumsal cinsiyetle ilişkisine dair ilk çalışmalar, Nira Yuval-Davis, Cynthia Enloe gibi feminist akademisyenlere ait. Bu çalışmalar, milli kimliğin inşa sürecinde, kadın kimliğinin nasıl kurucu bir rol üstlendiğini dünyanın farklı noktalarından örneklerle açıklamıştı. Yuval-Davis’e göre, kimi zaman askerler için moral konserleri düzenleyen, evde sadık bir eş ve anne olan, dindar veya takvimler için poz veren kadınların hepsi, nasıldır bilinmez, erkeklere moral veren birer kahramana dönüşüyorlardı. Özellikle savaş dönemlerinde ‘annelik’ mefhumu, vatan topraklarıyla özdeşleştiriliyordu. Asker yalnızca toprağı değil; namus ve iffeti de koruma görevini üstlenmişti. Kadınlardan ise, aynı zamanda cephe gerisinde morali yüksek tutmaları bekleniyordu.
Bu konularda fikir yürüten, tartışan ayrı milliyetlerden kadınlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde milliyete dayalı ayrı grupları oluşturdular. Kuruluşuna izin verilmediği için “Türk Kadınlar Birliği” adını alan Kadınlar Halk Fırkası, İstanbul’da kurulan Kürt Kadınları Teali Cemiyeti ve Osmanlı kadın hareketinin dergilerinden Hay Gin (Ermeni Kadını) dönemin milliyetçi akımları içinde kadınların kurdukları dergi ve siyasi gruplardan bazılarıydı. Bu grup ve dergilerde yapılan tartışmalar, bir yandan söz konusu milliyetçi kimliği kadınların nasıl var edip güçlendirebileceği üzerine yoğunlaşırken; diğer yandan kadınların ortak sorunları gündeme getiriliyor; feminizm kavramı kadınlar arasında keşfedilmeye ve kullanılmaya başlanıyordu. Bugüne dek süren bu ortaklık, farklı etnik kökeni, sınıfı, dini vd. bir arada barındırabiliyordu. Farklı kimlikleri taşıyan kadınlar, ortak sorunları konuşuyorlardı ve feminist hareket işte bu ortak sorunlara karşı bir mücadele kültürü yaratarak günümüze kadar geldi.
Diğer yandan, devletin kadınları belli kalıplar içine hapsetme eğiliminin yarattığı şiddet tek boyutlu da değildi. Ulus devlet nizamında patriyarka yeniden tahkim olurken, ‘ulus’ payesine layık görülen kimlikten olmayanların etnik ve dini aidiyetleri bastırılıyordu. Oysa kadınlık deneyimimiz bu aidiyetlerden azade değil, tersine toplum içindeki konumlarımız, sınıfsal konumlarımız gibi bu kimliklerin de etkisinde şekilleniyor. Bu da cinsiyet ayrımcılığının yanı sıra etnisite, inanç ya da sınıf temelli ayrımcılıkları da feminizmin sorunsallaştırdığı konular haline getiriyor. Türkiye’de örneğin Kürt Kadın Özgürlük Hareketi sayesinde egemenlik ilişkilerine eleştirel yaklaşan feminist akımlar ciddi bir karşılık buldu. Kadınları hâkim ulus etrafında homojen bir kesim gibi kuran anlatılar 80’lerden itibaren şüpheyle karşılanır oldu. Örneğin tüm feminist mücadele tarihinde, hâkim kimlikten olmayan kadınların katkılarını ya görmeyen ya da hâkim kimliğe atfeden anlayış, feministler arasında ciddi bir sorgulamayla karşılaştı. Tarih boyunca kadınları kimlikleriyle ayrıştırmak için yönetenlerce tespit edilen, örneğin sembolleştirirsek “farklı ferace ve ayakkabı renkleri”, feminist mücadelenin birleştiriciliğiyle saf dışı edildi diyebiliriz! Ama asla tektipleşilmedi de… Farklılıklarla bir arada olabilmek, sanırım en çok da kadın hareketinde mümkün olabildi.
İşçi kadın olmak, Kürt kadın olmak, Ermeni kadın olmak, Çerkes kadın olmak, Alevi kadın olmak, Müslüman ya da inançlı, inançsız kadın olmak… Deneyimlerimiz nerede farklılaşıyor, nerede bizi ortaklaştırıyor sorusu, feminist politikada ortak mücadele zeminini kurmak için yanıtlamamız gereken sorulardan biri oldu. Bu da birbirini dinleme, farklı deneyimlerden öğrenmeyi beraberinde getirdi. Feminizm dönüştürücü olduğu kadar dönüşen bir siyasal düşünce. Dolaştığı coğrafyalarda, kadınların çeşitli ezilme deneyimleri ve bunlar karşısındaki ortak mücadeleleri sayesinde hem güçlenmekte hem de sürekli yenilenmekte.
Ben de yıllardır feminist mücadelede yaşadığım bu deneyimi, özellikle mensubu olduğum Halkların Demokratik Partisi’nde daha fazla deneyimleme fırsatı bulduğumu söyleyebilirim. Sadece Kürt kadın olmanın değil, örneğin Ezidi bir Kürt kadın olmanın ne anlama geldiğini; yalnızca IŞİD saldırıları karşısında yaşananlar bağlamında değil, kendi var oluşlarını, kültürlerini tanıyarak anlamak için bir fırsattı partideki birliktelik. Benzer deneyimler Arap, Alevi, Müslüman ve daha birçok kimlikten kadınlarla da yaşandı ve yaşanmakta…
Kimlikleri ayrışma ve ayrıştırma aracı değil, birlikteliği güçlendirmek, farklılıklarımızla bir arada olmak, mücadele geleneği olarak yaşamak ve yaşatmak çok değerli. 40’tan fazla dilin kaybolmaya yüz tuttuğu bu dünyada, öfkeli ve teksesli erkek egemenliğine karşı koyarak dünyayı değiştirme gücünün en çok biz kadınlarda olduğuna inanıyorum.
*HDP Ankara Milletvekili, feminist avukat