‘Sürgün edilenlerin hayatlarını köklerinden koparılmış asırlık ağaçlara benzettim’

0
1402

Yazar ve ressam Setenay Özbek’in yeni kitabı “Kafdağı’nın Ateşi Büyük Sürgün” kısa bir süre önce KAFDAV Yayıncılık’tan çıktı. Bu kitaptan önce, 2002’de Gendaş Kültür Yayıncılık’tan “Gecenin Mavisi” adlı ve 2005’te Cadde Yayınları’ndan çıkan “Hiç Kimse Bir Başkası Olamaz” adlı iki öykü kitabı bulunuyor. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları bölümü mezunu olan Özbek, Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği ve Uluslararası PEN Yazarlar Derneği üyesi. Edebiyat dergilerinde, antolojilerde eleştiri yazıları ve öyküleri yayımlanıyor.

Yüzyıllarca Ruslarla süren savaşların sonunda 1864 yılında alınan kararla Çerkesler Kafkasya’dan dillerini ve kültürlerini bilmedikleri Osmanlı topraklarına sürgün edildiler. “Kafdağı’nın Ateşi”, birçok Çerkes aile gibi felaketleri yaşayan Aslanuk Bey, eşi Zızıv, çocukları Yenal, Dinemis ve Sıpse, evin büyüğü Mezguaşe’nin acılı yaşamını mercek altına alıyor. Bir halkın yüzyıllar süren, sonu gelmek bilmeyen korkunç savaşlarla, kıtlık ve salgınlarla acımazsızca yok edilişini ve başka bir ülkeye sürgününü anlatıyor. Kitabı bir solukta okuduğumda, içimde bir prizma gibi değişik yönlere ışık tutan o bağı yoğun bir şekilde hissettim. Çerkes/Ubıh köklerimin ortak paydasında tanıdık buluşmaları ve hüznü yaşadım. Bir yandan kitabı okurken, bir yandan da bilgisayarımın fonunda Loreena McKennitt’ın “Night Ride Across the Caucasus” parçası çalıyordu. Ve ben adeta bir atın üstünde, sırlara ve şimdi kayıp olan dilin sözcüklerine doğru yol alıyordum.

    Görüntüler var ve hatıralar

    Gürleyen nal seslerinden yankılar

    Ateşler ve gülüşmeler

    Binlerce güvercinden sesler

    Sür atını tüm gece boyunca sür

    Sür atını tüm gece boyunca sür

diyerek devam ediyordu müziğin içindeki vokal… Bazen de Adige Qafe çalıyordu sessiz ağaçların siluetlerinde… Kökler toprağa gömüldükçe güçlenir, sırtını anılara yaslar, tarihten beslenir. Sürgün olmak duygusu, bir yerden diğerine göç etmek duygusu gibi değildir. Daha da zordur. Sürgün olmak sizi parçalar, böler, özünüzü ve kimliğinizi yok eder. “Ben kimim?” sorusunun peşine takılmıştı Setenay Özbek.

Yürekte olmayan dile gelmez.” Bir Adige atasözü ile röportaja başlamak istiyorum. Yürekte olanın dile geliş serüvenine başlamadan, aile köklerinden kısaca bahsedebilir misin? Eskilerin deyimiyle kimlerdensiniz?

-Baba ve anne tarafından Adigeyim. Babam Ubıh, annem Kabardey. Çocukluğumda, babam ve annem bana aile geçmişimizden, hatıralardan, dedelerimizden, Kafkasya’dan söz ederlerdi. Rahime Perestu Kadın Efendi ve Düzd-i Dil Ayşe Sultan yakın akrabalarımızdır. Dedemin dedesi Hasan Bey Gönen, Sızıköy /bugünkü adıyla Armutlu’ya yerleşmiş. Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya’ya yolladığı ya da görevlendirdiği imamlardan birinin dedem kızıyla evlenmesine izin vermiş. Bu yüzden ailemiz “İmamların Sülalesi” diye anılır. İmamlar direnişi örgütleyen ve yöneten siyasi önderlerdir. 19. yüzyılda Kafkas halklarının Ruslara karşı direnişinde imamlık siyasal bir roldür. Bir rivayete göre 33 imam görevlendirilmiştir.

Ubıhların Deçen sülalesinden olan büyük dedem Hasan Bey’in oğlu; dedemin babası İslam Bey savaşarak ölmüş. Dedem Albay Zekeriya Mehmet Firdevsi Bey ve babaannem Behice Hanım her ikisi de oldukça geniş bir aileden geliyorlar. Babaannemin babası Baruk Bey de Ubıh ve Manyas’a yerleşmiş. Kurtuluş Savaşı’nda cephede olan dedem savaş sonrası Anadolu’nun dört bir yanında görevdeymiş. Daha sonra İstanbul’da yaşamaya başlamışlar. Babam Orhan Özbek hukuk fakültesinde okumuş bir bankacıydı, onu çok erken kaybettik. Halalarım Suzan Savaş ve Özcan Mufti de Çerkeslerle evlendiler. Eniştem Zuheyr Mufti, Ürdün Dışişleri Bakanlığı yapmış ve dünyanın önemli ülkelerinde büyükelçilik görevlerinde bulunmuştur.

Evimizden misafir hiç eksik olmazdı. Bu yüzden evde mutlaka Çerkesçe konuşan birileri olurdu. Ben de Kabardeyce bilsem de, mükemmeliyetçi tavrım yüzünden konuşurken yanlış bir şey söylememe adına mümkün olduğu kadar konuşmamaya çalışıyorum.

-Kafkaslar’dan başlayan, soykırımın ve sürgünün zulmü ve hayatta kalma mücadelesinin acı hikâyesini derinlerinde hisseden biri olarak Çerkes kimliğinin sendeki tanımı nedir?

-Benim için Çerkes olmak; saygı, sadakat, cesaret, özgüven gibi niteliklere sahip olmak ve kim olduğunu asla unutmamak demektir.

-Kitabı yazmaya nasıl karar verdin? Yaşanmışlıkları şimdiye taşımak nasıl bir süreçti? Kitabın devamı olacak mı?

-Bu hikâye, babaannem Behice Hanım’ın hatıralar niteliğinde yazmaya başladığı kendi ailesinin hikâyesidir. Pelür kâğıtlara yazılmış hikâyenin olduğu dosyayı bulduğumda, 11 ya da 12 yaşlarındaydım ve beni çok etkilemişti. Babaannemin pembe dosyanın üzerine kuru boya ile çizdiği bir bahçe resmi vardı. Romanım bu hikâyenin aydınlattığı yolda o zaman başladı diyebilirim. Annemin çocukken anlattığı masallar hayallerimi süslemişti. Yıllarca zaman bulup bir türlü yazmaya başlayamamıştım.

Romanı yazma sürecinde babaannem yaşamıyordu. Ben doğmadan önce onu kaybetmişiz. Bir sürü kaynaktan faydalandım, kitap okudum. Babamın, dedemin sağken, diğer aile büyüklerinin bana anlattıkları aile öyküleri hakkında birçok araştırma yaptım, ailemin Kafkasya’daki izlerini bulmaya çalıştım. Ne yazık ki halalarım dışında halen yaşayan, bu konuda bilgileri olan pek çok kimse de hayatta değil artık. Hayatta olanlar da, bildiklerini hatırladıkları kadarıyla bana anlatmaya çalıştılar. Birçok insanın kayıt altına alınmış sağlıklı bir biyografisi de yok. Romanı yazmak için bulmaca çözer gibi anlatılanları bir araya getirerek, bilgileri birbirleriyle kontrol ederek yazmayı sürdürdüm. Yazarken acı çektim, öğrendiklerimden büyük üzüntü duydum. Bunları olabildiğince herkese anlatmayı da çok istedim. Ailemin ve sürgün edilenlerin hayatlarını köklerinden koparılmış asırlık ağaçlara benzettim ve anlatacaklarım bitmedi… Bu roman tüm Kafkasyalı sürgünlere adanmıştır.

Bu romandan sonra ikinci bir kitap olarak devamı var ve üçüncü romanım da Ubıhlar hakkında olacak.

-Başarılı bir ressam olduğunu biliyorum. Eserlerinin birçok özel koleksiyonda, müzelerde ve Sırbistan Modern Sanat Müzesi’nde bulunduğunu da… Ulusal ve uluslararası birçok ödülün de sahibisin. Biraz da resimlerinden bahsedebilir miyiz?

-Yazı yazma sürecinde resim yapmayı sürdürüyorum. Romanda olduğu gibi yaşantıda da bir sürü zorluklar var. Resim beni arındırıyor. Renklerin şifa verdiğini düşünüyorum. Duygularımı ve düşüncelerimi yansıtan soyut resimlerim izleyenleri olumlu düşünmeye ve yaşam sevincini kaybetmemeye yönlendiriyor. Dünyamızı kuşatan felaketlere ve olan bitene rağmen cesaretle ve sağlıkla ayakta kalmalıyız. Sanat benim barışı ve insani değerlerimizi korumak için gittiğim uluslararası bir yol. Yazmaya ve resim yapmaya devam edeceğim.

nurariogul@gmail.com

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz